Onu İtalya'da Gladio'yu yıkan Felipe Casson'a benzetenler, "heykeli dikilecek adam" diyenler vardı. Türkiye'de hukuk sistemini yerle yeksan ettiğini söyleyenler de. Sonuç: Ergenekon davasına bakan Zekeriya Öz, Türkiye'nin firar eden ilk savcısı oldu.
Hürriyet gazetesinden Yenal Bilgici, Zekeriya Öz’ün‘kahramanlıktan’ kanun kaçakçılığına hikâyesini yazdı. Yazı şöyle:
5 Nisan 2011… Beşiktaş ’ta İstanbul Adliyesi’nin önü… Neredeyse dört yıl boyunca Türkiye ’yi sarsan büyük davayı Ergenekon’un soruşturmasını yürüten o meşhur savcı, Zekeriya Öz, eski görev yerine veda ziyaretinde. Yükselmiş… İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’ne getirilmiş. Ancak özel yetkilerinden de arındırılmış… Görüntüde bir terfi bu ama dört yıl boyunca memleketi allak bullak eden kudreti elinden alınmış bir adam artık.
Renk vermiyor Öz, basına konuşurken: “7 yıldır görev yapıyoruz. Bugün buradaki görevimiz bitti. Daha iyi bir göreve gidiyoruz.” Birtakım yuvarlak laflar işte… Daha fazlasını duymak istiyor herkes ama yok. O ana dek, yani Ergenekon sürecindeki üç yıl on ay boyunca, kimilerinin ölesiye nefret ettiği, kimilerinin kahraman gördüğü, hep mesafeli, hep ketum savcıdan basına yine malzeme yok…
Meslektaşlarıyla beraber gazetecilerin arasından yürüyüp geçiyor sonra. Birkaç gün önce Emniyet mensuplarıyla oynadığı halı saha maçında aldığı darbeden dolayı aksıyor… Sonra birden kemerinin tokasını yakalıyor kameralar. Z şeklinde bir toka… Bu Ermenegildo Zegna markasının Z’si ama hiç şüphesiz ‘Zekeriya’nın da. Çünkü Öz’ün kendisi de, son yılların Türkiyesi’nin en bilinen markalarından. Haliyle tavrıyla o da bunun farkında. Kemerdeki ‘Z’ boşuna değil yani.
Ergenekon’la bağının kesildiği gün, artık savcının alametifarikası haline gelen o Z harfli kemerin cümle aleme malum olması da boşuna değil… “Daha bitmedi” der gibi… Bitmiyor da… Sonraki dört yılımız onunla geçiyor. Şike Davası, 17-25 Aralık soruşturmalarına dahli, Ergenekon ve Balyoz’un finali, meslekten el çektirilmesi ve nihayet Türkiye’den firarı… Yıllar boyunca Öz yine Türkiye’nin en çok konuşulan isimlerinden kalmaya devam ediyor. Yaptıklarıyla, yapmadıklarıyla, soruşturma üslubuyla, dillere destan egosuyla, iddiasıyla ve iddianamesiyle… ‘Kahramanlıktan’ kanun kaçaklığına, Zekeriya Öz’ün hikâyesi önemli. Çünkü o, memleket hukukunun son sekiz yıldaki büyük savrulmasının da hikâyesi…
BURSA’DA GÖÇMEN ÇOCUĞU
Hikâyenin en başına gidelim… 1968’te Bursa’da doğdu Öz. Bulgaristan göçmeni, yedi çocuklu bir ailenin oğluydu. Esnaflık yapan babası, hırdavat ve küçük ev eşyaları alıp satıyordu. Genç Zekeriya, üniversite yıllarına kadar işlerinde babasına yardım etti. İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okudu; 1991’de mezun olduktan sonra baba evine döndü; Bursa Barosu’na kaydolarak avukatlık yapmaya başladı. 1995’te de savcılık kariyerine başladı. İlk görev yeri Bitlis’in Mutki ilçesiydi. Sonra Balıkesir Bigadiç’te çalıştı. Nihayet İstanbul, Ümraniye…
İstanbul günlerinde mesleğinde de yükselişe geçti. Tanınmaya başladı. HSBC Bank, İngiliz Başkonsolusluğu ve sinagog bombalanması bağlantısıyla yakalanan El Sakka için hazırladığı iddianameyle dikkat çekti. Sosyeteye kokain temin eden ‘torbacılar’, seri olarak araç kundaklayan zanlılar hakkında davalar açtı. Derken 12 Haziran 2007 geldi… Ümraniye’de bir ihbar üzerine gidilen gecekonduda önemli miktarda patlayıcı bulundu. Soruşturma Zekeriya Öz’e verildi. Türkiye’yi sarsacak Ergenekon davası böyle başladı.
Ama ne dava… 2012’de Ergenekon davaları birleştirildiğinde, 16 ayrı iddianame tek dosyada toplanacak, sanık sayısı 61’i tutuklu olmak üzere 256’ya çıkacaktı. İddianamelerin toplam sayfa sayısı beş binin üzerindeydi; ek delil klasörleriyle birlikte milyonlarca sayfaya ulaşıyordu. Uzayıp giden duruşmada gerekçeli karar nihayet yazıldığında 16 bin 600 sayfa tuttuğu görüldü.
ÖZ’DEN CASSON ÇIKAR MI?
Her şeyin merkezinde Zekeriya Öz duruyordu. Ergenekon davasını o sürükledi. Yaptığı her sorgulamada, talep ettiği her tutuklamada yeniden tartışıldı. Ölüm tehditleri aldığını söylüyordu. Evinden sefertasıyla yemek getiriyor, adliyede içtiği çayını kahvesini kendisi yapıyordu. İşe zırhlı koruma aracıyla gidip geliyordu. Korunuyordu.
Bir kesim göklere çıkarttı savcıyı. Yazıp çizerken isminin önüne ‘kahraman’ sıfatı ekleniyordu. Siyasi irade arkasındaydı. Dönemin başbakanı Erdoğan “Ben bu davanın savcısıyım” demeye getirecek kadar sahip çıkıyordu sürece. Bu kesime göre, Türkiye ‘bağırsaklarını temizlemek’ için aradığı davayı, dava da nihayet aradığı savcısını bulmuştu. Onu İtalya’daki ‘Temiz Eller Operasyonu’nun savcısı Antonio di Pietro’ya da benzetenler vardı; yine İtalya’da ‘Gladio’yu çökerten adam’
Felipe Casson’a da…
Yıldızlaşıyordu Öz. Ergenekon’da tutuklama ardına tutuklama gelirken, Öz de bir popstar seviyesine yükselmişti. Sadece adliye koridorlarında değil, futbolculu kulüp başkanlı mekân açılışlarında da fotoğraf veriyordu. Zaten futbola düşkünlüğü herkesin malumuydu. Galatasaray Kulübü’ne üye olduğunda, “En azından Galatasaraylılar yırttı Ergenekon’dan” esprileri yapıldı.
YOKSA BİR OPERASYON MU?
Madalyonun diğer yüzü... Ergenekon’un düzmece bir dava olduğunu, Öz’ün bu davaya özel olarak yerleştirildiğini söyleyenler de başından beri vardı… ‘Derin devletle hesaplaşma’ kisvesi altında, savcının, yakın olduğu iddia edilen Gülen cemaati hesabına bir tasfiye operasyonu yürüttüğünü, bunun için hükümetten de destek aldığını öne sürenler…
Zaman içinde her iki görüş de giderek keskinleşti; memleketin diğer her meselesinde olduğu gibi kutuplaştı. Ortada olansa Ergenekon Davası’nın yönetilmesi imkânsız büyüklüğüydü. Öz’ün ve çalışma arkadaşlarının hazırladığı iddianame (Daha sonra soruşturmasını Öz’ün başlattığı ‘şike davası’ gibi) içine ne bulunursa doldurulmuş, tıklım tıkış bir sandık izlenimi veriyordu.
GAME OF THRONES GIBI BAŞLADI LOST GİBİ BİTTİ
Özel hayatlara ilişkin ilgisiz notlar, telefon görüşmeleri sayfalarca uzuyor, odak sürekli kayıyordu. Game of Thrones dizisindeki gibi, konu bir türlü sadede gelmiyor, karakterlerin sayısı artıyor, bağlantılar kopuyor, “kim nerede ne demiş” özel bir fihrist gerektiriyordu. Derinleşmiyordu Öz’ün iddianamesi, sürekli genişliyordu. İşbilmez bir yazarın elinden çıkmışcasına aslında ne anlatmak istediğini de bir türlü söylemiyordu. Zaten sürecin sonu da, bir başka Amerikan dizisine benzedi: Tıpkı Lost’taki gibi hikâye hiçbir yere bağlanmadı. İzleyicilerin yedi sezonluk emeği ziyan olup gitti. Türkiye’nin derin devletle gerçekten hesaplaşma fırsatının elinden kaçtığı gibi…
Siyasi tartışmalar bir yana, bir soru çok önemli. Özel yetkili bir cumhuriyet savcısı olarak Öz, böyle bir süreci yönetebilir miydi; işinin ehli miydi; becerikli miydi? Can Dündar, 2008 şubatında Öz tarafından ifade vermek üzere çağrıldığı Beşiktaş’taki Cumhuriyet Savcılığı’nda manzaranın bir fotoğrafını çekmişti: “İnsan, ‘Cumhuriyet tarihinin en büyük davalarından biri’ için kalabalık bir savcılar heyetinin koca bir salonda binlerce dosya arasında arı kovanı gibi çalıştığını hayal ediyor. Değil. Karşılıklı iki masanın ancak sığabileceği, çok küçük bir oda... Böylesi bir soruşturma için üzeri fazlaca ‘temiz’ masalar... İstanbul’un en güzel manzaralarından birine baktığı halde örtülü duran pencereler... Arada vurulan kapıda geçerken uğrayanlar ve sürekli cevap verilmek zorunda kalınan telefonlar...”
TESPİHLİ SAVCI
Dündar, konuşma boyunca Öz’ün yüzüne yüzüne sallayıp durduğu tespihe takılmıştı. Bir de kafa karışıklığına… Öz, Dündar’ın kitabı ‘Ergenekon’u, Hulki Cevizoğlu’nun bir kitabıyla karıştırmıştı. Bu tür iddialar daha sonra da gündeme geldi. Örneğin Avukat Akın Atalay’ın ifadesine göre, ‘Ergenekon terör örgütü’ üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanan Ahmet Şık’ın, Ertuğrul Mavioğlu’yla birlikte hazırladığı, iki ciltlik Ergenekon kitabından da, Ergenekon savcısının haberi yoktu. (Şık, yayımlanmamış bir kitap gerekçesiyle tutuklandı.)
DEĞERSİZ BİR EŞYA GİBİ
Buyurgan, üstten bakan üslubundan şikâyet etti birçok kişi. Ya da mesnetsiz sorulardan. Örneğin Nedim Şener’e “Karınızı bilerek mi bu süreçte ameliyat ettirdiniz” diye sormuştu. Mustafa Balbay, Öz’ün insanları, onlara ‘eşyalardan daha değersiz bir varlık gibi’ bakarak sorguladığını yazdı. Soruşturmalarında özellikle özel hayata ilişkin özensizlikler eleştirildi; karşı davalar açıldı. İlhan Selçuk, “kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu ve özel görüşmelerinin kötü niyetle iddianameye alındığı ileri sürerek açtığı davayı’ kazandı örneğin… Anayasa Mahkemesi, Ergenekon’da usül hakkında kendisine yapılan birçok itirazı haklı buldu (İlker Başbuğ ve Dursun Çiçek’in başvuruları bunlar arasında). Ergenekon, devasa hacmiyle, tartışmalı siyasi yönüyle, beceri ve iyi niyet konusundaki soru işaretleriyle hızla kendi içine çöküyordu.
KORKUYU O YARATMADI
Öz’den bir Felipe Casson çıkma ihtimali hiç olmuş muydu peki? Türkiye’ye de gelip röportajlar veren İtalyan savcıyla bir paralellik kurulabilmesi için, en azından evrensel hukuk ilkelerinin yerine gelmesi gerekmez miydi?
Davanın süreci çok genişletilmese, yasal sınırlara özen gösterilse, tutukluk süreleri insafsızca uzun olmasa, onlarca tutuklu sanık mağduriyet yaşamasa 2009’da Türkan Saylan’ın evine yapılan baskın gibi akla mantığa sığmayan durumlar görülmese, Türkiye’deki hukukun serüvenini de Batılı çağdaşlarına paralel bir şekilde konuşabilirdik belki. Öz’ün damga vurduğu son sekiz yıllık serüvende bunları tartışamadık bile.
Öz’ün kendisi de ardındaki kamuoyu desteğini zamanla büyük oranda yitirdi. 17-25 Aralık sürecinde siyasi destek de gidince savcının kendisi de iyice marjinelleşti. 2014 Ocak’ında şubatta Bakırköy’de başsavcı vekilliğine atandı; oradan Bolu’ya düz savcı olarak gönderildi. Bu sene mayıs ayında meslekten ihraç edildi. Nihayet yakalama kararı… Ve Sarp’tan Gürcistan’a firar... Savcının serbest düşüşü durmuyordu…
Türkiye’de hukukun düşüşü de halen sürüyor. Geçmişle hesaplaşmak bir yana, insanlar hukuki süreçlere daha da tedirgin yaklaşıyor. Korkuyorlar… George Clooney’in yönettiği ‘İyi Geceler, İyi Şanslar’ filminde gazeteci Edward R. Murrow’un, Senatör McCarthy’nin cadı avına “korkuyu senatör yaratmadı, ama sömüren o” diyerek karşı çıkmasını izlemiştik. Şunları söylüyordu gazeteci: “Muhalefetle ihaneti karıştırmamak gerekir. Suçlamanın bir kanıt olmadığını hiç aklımızdan çıkarmamız gerekir. Hükmün, hukuk çerçevesinde elde edilmiş delillere bağlı olduğunu da…”
Korku içinde yaşamak istemiyorsak, bizim de hiç unutmamamız gerekir.