"Demir parmaklıklar ardında gördüğüm Avrupa'nın gittiği yer hayli karanlık"
Adana'da durdurulan MİT TIR'larının içinde silah ve mühimmat bulunduğunu ortaya koyan belgeleri yayınladığı gerekçesiyle tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nden Fransız gazetesi Le Monde’ye yazan Can Dündar, yoğun bir propaganda atağı sayesinde “Bilme hakkı elinden alınan kitlelerin Erdoğan'a yüzde 50’ye yakın bir oy verdiğini” söyledi.
Can Dündar’ın Le Monde’de yayımlanan “Avrupa’nın gittiği yer” başlıklı yazısı şöyle:
Bu yazı, Avrupa kıtasının doğu ucundaki bir zindandan, basın özgürlüğü için yükselen bir feryattır.
Bir medya cehenneminden şişeye konup denize bırakılan bir yardım çığlığı.
Yaptığı haber yüzünden tutuklanan bir gazetecinin dünyadaki meslektaşlarına uzattığı bir dayanışma eli..
Önceki ay Strasbourg’da Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün, yayın yönetmeni olduğum Cumhuriyet gazetesine verdiği “Basın Özgürlüğü Ödülü”nü alırken yaptığım konuşmada, “Ofisimin pencereleri var; biri mezarlığa, diğeri adliyeye bakıyor” demiştim. Bu ikisi, Türkiye’de gazetecilerin en sık gittiği yerlerdi.
Kısa bir süre sonra üçüncü bir pencere açıldı hayatıma.
Demir parmaklıklı zindan penceresi...
Aslında bekleniyordu bu.
Türk istihbaratına ait TIR’larla Suriye’ye silah taşındığını kanıtlayan görüntüleri yayımladığım zaman bu kirli ticareti yalanlamayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu, devlet sırrıdır. Haberi yapan, bedelini ağır ödeyecek” diyerek tehdit etmişti. Zaten Cumhuriyet’e Charlie Hebdo baskınından sonra dayanışma amacıyla derginin tıpkıbasımını yayımladığı için kızgındı.
Erdoğan’ın kindarlığını iyi bilen Fransa’daki dostlar, ülkeye dönmememi telkin ettiler.
Fransa, bana kol kanat gerebilirdi.
Bu iyi niyetli teklifi kabul etmedim. Sadece gazetecilik yapmıştım; neden suçlu gibi kaçacaktım ki?..
Öte yandan Erdoğan’ın eleştiriye tahammülsüzlüğünün Türkiye’yi sadece gazetecilik yapanlar için bir cehenneme çevirdiğini iyi biliyordum.
Askeri darbe döneminde de gazetecilik yapmıştım. Askerler basın nefretini ve sansür şehvetini bu kadar açık sergilemeye çekinirdi.
Erdoğan ise “Kitap, bombadan tehlikelidir” cümlesini canlı yayında telafuz edebilecek kadar pervasızdı.
Özgür basından ve kontrol edemediği sosyal medyadan nefret ediyordu. Bir miting meydanında öfkesi kabarmış, “Twitter mivitır hepsinin kökünü kazıyacağız” demişti.
Yaptı da...
Onun sansürü sayesinde Türkiye, dünyada interneti en çok sınırlayan ülkeler arasına girdi. 52 bin site yasaklandı.
Sınır Tanımayan Gazeteciler’in yıllık raporunda medya özgürlüğü sıralamasında 149. sıraya düştü. En çok gazeteci tutuklayan ülkeler listesinde ise 32 gazeteci ile Çin’in (49 gazeteci) ardına yerleşti.
Erdoğan 13 yıllık tek parti iktidarında, basın tarihinde görülmemiş bir kuşatmayla medyadan tüm muhaliflerini temizleyip doğrudan kendisine bağlı bir medya yaratmayı başarmıştı.
“Demokratik” görünümlü bir Avrupa Birliği adayı ülkede bunu nasıl yapabildiği, tam bir “başarı hikâyesi”dir.
İki süreci paralel götürdü Erdoğan:
Bir yandan kendi aleyhine olabilecek haberleri veren merkez medyaya ağır baskı uygularken, öte yandan yandaş işadamlarını medya sahibi yaptı.
Sevmediği gazeteler için “satın almayın” çağrısı yaptı.
Beğenmediği yazarların kovulması için baskı yaptı.
Söz dinlemeyen Hürriyet gazetesi, iktidar partisinin gençlik örgütü tarafından basılıp korkutuldu.
Söz dinlemeyen bir köşe yazarı, yine partili kabadayılar tarafından dövüldü.
Saldırganlar, yine Erdoğan’ın kontrolündeki yargı tarafından salıverilip parti içinde terfi ile ödüllendirildiler.
Özellikle Kürt medyası, tutuklamalarla ezilmeye çalışıldı. Güneydoğu’daki kirli savaşı, 3 yıl önce İstanbul’da patlayan büyük isyanı, Türkiye halkı ancak yabancı televizyonlardan izleyebildi.
Yine de tatmin olmayan Erdoğan, teslim olmamakta direnen Doğan Medya Grubu’nu, benzeri görülmemiş bir vergi cezası ile (4.8 milyar TL) cezalandırdı ve elindeki gazete ve TV kanallarını satmaya zorladı.
Satılığa çıkan gazete ve kanalları satın alması için yandaş işadamları zorlandı. Bizzat Erdoğan tarafından bu medya operasyonu için 100’er bin dolar verilmeye zorlanan işadamlarının yakınmaları, bir yolsuzluk operasyonunu izleyen polisin telefon dinlenmesine takıldı. Ancak işadamlarına bu “fedakârlıkları” karşılığı İstanbul’un 3. havaalanı ihalesinin söz verildiği de yine bu dinleme kayıtlarında ortaya çıktı.
Bir kayıtta, hoşa gitmeyen bir haber yapan gazete patronu, Erdoğan’a “Seni üzdüm mü patron” diye soruyor, azarlanınca da “Nerden girdim bu işe” diyerek ağlıyordu.
Dinleme kayıtları internete düşünce ne oldu dersiniz? Soruşturmayı yürüten polis ve savcılar derhal tutuklandı. Benim gibi, bunları haberleştiren gazeteciler için de ceza davaları açıldı. Erdoğan kendisinin ve ailesinin adının karıştığı büyük yolsuzluk dosyasını böyle kapattı.
Artık Türk medyasının önemli bir bölümünü kontrol eden, Berlusconi’den de büyük bir medya patronuydu. Televizyon izlerken beğenmediği bir yorumcu çıkınca hemen kanalın yöneticisini arayıp yayını kestiriyor, hükümet çalışmalarını eleştiren bir haber çıkarsa, yazanı işten attırıyordu. Talihsizlik şu ki, bütün bu talimatları, eski ortağı olan bir dini cemaat tarafından kaydedilmiş ve ortaklık bozulunca internetten servis edilmişti.
Ama ne gam...
“Bilme hakkı” elinden alınan kitleler yoğun bir propaganda atağı sayesinde Erdoğan’a yüzde 50’ye yakın bir oy verdiler. Bu sonuç, Erdoğan’a kendisini eleştiren son özgür medya kalıntılarını da temizleme yetkisi verdi. Suriyeli mültecileri Avrupa’ya yollamayıp, Türkiye’de barındırması karşılığı Avrupa Birliği de Erdoğan’ın baskıcı politikalarına göz yummayı tercih etti.
Şimdi gerçek bir haberden dolayı İstanbul’da bir cezaevinde iki kez ömür boyu hapis istemiyle, ağır tecrit altında tutulurken penceremin demirinin ardında Avrupa’nın gittiği yeri görüyorum.
Bir hayli karanlık.