Bir dönem ekranların en çok tanınan isimlerinden biri olan Ali Kırca, Silivri Cezaevi'ndeki Can Dündar'a mektup yazdı.
Ali Kırca, Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Gazeteci Yazar Can Dündar için bir mektup yazdı. Kırca, Can Dündar'ın nikah şahidi olduğunu hatırlatırken, duygusal bir yazı kaleme aldı.
İşte O mektup
Ben bu mektubu kaleme alırken yeni yıla ulaşmaya daha saatler olduğuna göre, mahpusluğunla ilgili yanlıştan dönülmesi için de zaman var demektir. Zaman varsa umut da vardır. Hem, kar örter cümle “bedbinlik”lerin üstünü de... Öyle değil mi? Umarım bu mektubu sıcacık yuvanda, iki sevgili varlığın, Dilek ve Ege’nin yanında okuyor olursun.
Ama eğer yeni bir yıla, o soğuk hücrende, tek başına giriyor olacaksan; kederim ve kızgınlığım yalnızca ailenden, sevdiklerinden uzakta ve özgürlüğünden yoksun oluşuna değildir. Bilirim ki, onların sevgileri aşar o beton duvarları, ısıtır yüreğini... Bilirim ki, mahpustaki bedenindir yalnızca... Düşüncelerin çoktan kanatlanıp uçmuştur parmaklıklardan dışarı...
Haydi, hayal kuralım
Sen söylemiştin ya; “İyi ki hayal kurmayı öğrenmişim” diye... Şimdi buralarda bir yerdesindir mutlaka; İstiklal Caddesi’nde yürüyor, Galata Köprüsü’nde balık tutuyor, Ortaköy’de sevenlerinle “selfi”ler çektirip demli çay keyfi yapıyorsundur.
Sitemim ona değil. Hak etmedin bunu hiç... Sana yüklenmek istenen “suçlamaları” hiç mi hiç hak etmedin.
Dışarıdan seni “savunmak” değil amacım... Sen içeriden de yapıyorsun onu zaten... Ama birileri senin için “tanıklık”ta bulunacaksa, birileri gazeteciliğinin geride kalan yıllarına “şehadet” edecekse, onların başında gelenlerdenim herhalde. Zorlu televizyonculuk macerasında yeni bir yolculuğa birlikte çıkmıştık. Seni “32. Gün”e uğurlamadan çok daha önce...12 Eylül sonrasının ilk “Demokrat” Açık Oturum’larında... Neredeyse otuz yıl olmuş yani... Otuz uzun yıl...
Ama bu “şahitlik” bahsini biraz açmalı... Bilmeyenler vardır belki. Daha önce içeriye yolladığım, biri “kısacık”, diğeri “upuzun” iki “özel” mektupta söz etmiştim ya: Herkesten önce bu “şahitlik” bana düşer. Çünkü ben; belki de ömrünün “en unutulmaz günü”nün, hayatının yeni bir dönemecindeki o “mesut saatlerin” de tanığıydım. Ankara’daki köhne bir salonda, nikâh memurunun “Bu evliliğe şahitlik eder misiniz?” sorusuna galiba gerekenden de yüksek bir sesle, “evet” diye bağırmıştım. Emektar arabam yolda arıza yaptığı için az daha nikâhın kıyılamıyordu, biliyorsun. Son anda yetişmiştim şahitliğe, heyecanım ondandı belki de... Sonrasında da heyecanım hiç eksilmedi seninle ilgili...
Benzer telaşların içindeyken, o gün bugündür sana hep “geç” kaldım. Çok hızlı koştun çünkü... Yetişmek ne mümkün? Ne zaman çektin o şahane belgeselleri? Hangi arada-derede yazdın o kitapları? O çok özgün ve çok cesur programlar, kaleminden “döktürdüğün” yazılar, belgesel tadında romanlar, vesaire, vesaire... O koşturmaca içinde yapmayı unuttuğun, ihmal ettiğin şeyler de olmuştur mutlaka, ama “vefa”yı hiç unutmadın. Bunu da bir kenara yazmalı mutlaka...
Dışarıda kar artıyor, üşüyor kâinat, üşüyor memleketim; o yüzden fazla uzatmamalı... İhtiyacın var mıydı bilmiyorum ama “iyi” televizyoncu, “iyi” belgeselci, “iyi” gazeteci olmaktan başka bir şey düşünmediğinin “birinci el”den şahitliği için yazıldı bu satırlar...
Eğer bu mektubu, soğuk bir hücrede, tek başına okuyorsan sitemim asıl onadır.
Başka sebepler de var elbette ama biraz da bu yüzden, ben de bütün öteki dostların, sevdiklerin gibi huzursuz uyanıyorum her doğan güne... Sen ve Erdem orada oldukça, kimse kendini özgür ve mutlu hissedemiyor dışarıda... Ama yine de umutsuz olmamalı... Ne de olsa kar örter bedbinlikleri, öyle değil mi?
Umudun tam zamanı
Üstelik bu gece yeni bir yıla giriyor insanlık... Umudu hatırlamanın ve hatırlatmanın tam da zamanıdır. Eski bir yazımı anımsatarak... Okuyanlardan belki hatırlayan çıkar şu satırları; yirmi yıl önce, yine karabasan gibi günlerden geçilirken kaleme aldığım ve seninle aynı gazete köşesini paylaşırken yazdığım satırları...
Ekrandan her gün haber veren birinin, bir gün, “yalnızca iyi haberler”den oluşan bir bülten sunma umuduna dairdi o yazı:
“Babanızın ölüm acısını, hayata ilk çığlıklarını atan bebeğin pembe dudakları yeniyor. Onun için aynı gazetenin sayfalarını paylaştığım Can Dündar, bugünlerde iyi haberler veriyor. Çünkü henüz on günlük ‘Ege’sinin gözlerinde ‘mesut bir âti’nin izlerini görüyor. Bugünler onu karamsarlıklara dûçar etse de, o ‘yarınlar’ı seviyor. Ben de seviyorum. Hiç de umutsuz değiliz. Biliyoruz. Ve çocuklarımızın gözlerine bakarak, ben ve Can, size bu köşeden her gün ‘iyi haberler’ veriyoruz.”
İyi haberler bekliyoruz
Her şeye rağmen... Yirmi yıl sonra ve tez vakit de yine ‘iyi haberler’ vermeye devam edeceksin, biliyorum. Avluna kar taneleri düşüyor mu bilmiyorum ama buralarda karın dinginliği ve beyazlığından ümit devşirmek için alesta yüreğimiz... Senin de öyle olsun... Hem, bir “söz”ün var bana unutma! “Birand-bir ömür ardına bakmadan” kitabını imzalarken yazdıklarını okudum geçenlerde. Şöyle demişsin:
“Sevgili Ali abi, Her ne eksik kaldı ise affola... Senin kitapta tamamlama umuduyla... Can’la...”
Yapılacak çok iş var yani... Yeni yıl acilen seni (ve Erdem’i) bekliyor dışarıda, lapa-lapa yağan kar belki de selamdır o umuda... Ailece kucaklıyoruz hasretle... Şimdi de özgürlüğünün şahidi olmak için beklemedeyiz. Umarım bu sefer ‘geç kalmayız’. Hayallerinin seni götürdüğü yer her neresiyse oralarda sağlıkla kal... Ali ağabeyin...
Kaynak: cumhuriyet.com.tr