10 Mart 2016 - 18:25
8 Mart dünya kadınlar günüdür.
Evet, ama hangi dünyanın kadınları diye sormak geliyor içimizden. Çünkü bildiğimiz birden fazla kadın dünyası var!
8 Mart 1857 de Nevyork’ta tekstilde çalışan kadınlar düşük ücretlerini, uzun çalışma sürelerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto ettiler. Bu protesto ancak yüz on yıl sonra bir karşılık bulabildi: Dünya barışının sağlanmasının ancak kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olmasıyla mümkün olabileceği, Birleşmiş Milletler kararıyla dünya âleme duyuruldu.
Geciken adalet, adalet değildir dercesine BM’nin bu kararından kırk üç yıl önce dünyada ilk defa kadına hem seçme hem seçilme hakkı verdi Atatürk.
Hem de ‘Karnında sıpasının sırtında sopasının eksik edilmediği, sofradaki yerinin de birlikte sabana koşulduğu öküzünden sonra geldiği’ anlayışından çıkarıp sundu bu hakkı kadınlarımıza. Tıpkı öldü denilen yaşlı ve çürümüş bir imparatorluktan diri ve demokratik bir cumhuriyet meydana getirdiği gibi!
Şimdi, Atatürk’e kâfir mi yoksa öngörüsüyle dünyanın en büyük devrimcisi mi demek gerektiğini siz ‘düşünen okuyucularımıza’ bırakıyoruz.
Kadının insan hakları alanındaki mücadelesi o gün bu gündür katlanarak iki ileri bir geri devam etmektedir.
Bu, bir dünya; kadınların her alanda hemcinsleriyle ve erkeklerle eşitlenmeğe çalışıldığı dünya…
Bir de insan havsalasının almadığı bir kadın dünyası vardır ki o da ümmete şenlik;
Kadının, altı yaşındayken abullabut bir Müslüman erkekle evlenebilmesi, hatta dördüncü karısı olmasında da bir mahsur görülmemesi!
Kadının, baba da dâhil aile içindeki veya dışındaki Müslüman erkeklerin şehvetine mazhar olabileceği!
Kadının, acıktığında yiyecek bir haltı olmayan Müslüman kocasının tenceresinde pişecek yemeği olması! E tabi kadının etinin yenebileceğini söyledikten sonra, İslam ülkelerinin lideri konumundaki Suudi Arabistan’da bugünlerde ‘kadının insan sayılmasının ihtimali var mıdır yoksa hayvan mıdır’ tartışması yapılmaktaymış. Kadını yiyebildikten sonra neden bu tartışmayı yapma zahmetine giriyorlar ki? Zaten etini yemekle ne olduğu konusundaki kararını vermiş olmuyorlar mı?
Geldiğimiz noktada, özellikle de Müslüman dünyada kadınlar ahlâksız savaşların ilk ve en kolay kurbanları oluyor. Bir meta gibi alınıp satılıyor. Tecavüze uğruyor. Yerinden yurdundan ediliyor. Yaşama hakkı elinden alınarak öldürülüyor. Müslüman dünyanın, kinin ve nefretin kudretiyle bu derece çalkanmasındaki misyonunu bile bile aynı dünyanın kadınları, ‘Allah’ım bana biçtiğin ömrü benden al Tayyip Erdoğan’a ver’ diyor. Hizmet adı altında Müslüman kadınlara reva görülenlerin daha fazlasını yapsın diye. Allah’tan edilen bu talep, Türk kadınının kaderini de ne pahasına olursa olsun bugünkü Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Afganistan, Pakistan ve benzeri Müslüman ülkelerin kadınlarının kaderiyle birleştirme yakarışıdır.
Lakin bu çabalar âdemi bir yaklaşım değildir. Tam tersi kadının insan olarak kazanılmış yüceliğini baltalamaya yönelik tarih öncesinden duyulan seslerdir.
O Tayyip Erdoğan ki ‘Kadın, fıtratı gereği asla erkekle eşit değildir’ derken, bu sözüne muhatap olan kadınlardan ‘..tünün kılı olayım senin’ karşılığını alabiliyor.
Bu da maniki dünya!
Maniki dünyada kadın, en başta oylarıyla iktidarın çıkarlarına alet edilmektedir. Bu dünyada kadının akli, vicdani ve felsefi gelişmişliğinin hiçbir önemi yoktur. Bu yönde bir tekâmüle asla müsaade edilmez çünkü.
Peki, buraya nereden gelindi dersiniz?
Buraya, tersine işlemeye başlayan bir göçten, bir yürüyüşten gelindi. Doğru olan, her türlü yoksunluktaki çölden vahaya gidiş iken Türkiye’de her aranılanın bulunduğu vahadan çöle, hele kadınlar açısından tam bir hiçliğe dönüş var. Arapların yaşam biçimi kaynağını çöl kültüründen alır. Bu kültürde kadın bir türlü insanlaşamamaktadır. Türkler yüzyıllar boyunca inanç açısından sadece Kuran’ın temsilinde İslam’ı yaşamak istedi. Ama Araplar on binlerce yıllık çöl kültürlerini İslam diye dayatıyorlar Türklere, hâlâ! Bu dayatmaların belli ölçülerde sonuç vermesi ise Erdoğan’ın ve AKP hükümetlerinin işine yarıyor. Yani Erdoğan, Atatürk’ün yurttaşlara sağladığı kadın erkek eşitliğini, Müslümanlık kisvesi altındaki bu ilkel çöl kültürüyle serap gördürdüğü kadınların aleyhine işletmektedir. Ne yazık ki toplumda aşağılanması ve bir alt tür olarak konumlandırılması, çöl kültürünün büyüsüne kapılmış bir kısım kadınlarımızın umurunda bile değildir.
Olacakları bildiği için Hz. Peygamber’in ‘Ben Arap’ım ama Arap benden değildir’ dediğini hiçbir Müslüman hangi milletten olursa olsun unutmamalıdır.
Halide Edip bir kadın olarak Sultanahmet Meydanında İstanbul’un işgaline karşı özgürlük ve isyan ateşini ülkeye yayarken, kıvılcımlar yanı başındaki padişahın ve halifenin tahtını da tehdit ediyordu. Ama ülkenin bu münevver kadınını susturmak padişahın da halifenin de aklından bile geçmiyordu.
Bugünün yurtsever kadınları da yöntem farklı olsa da ülkelerinin yeni bir işgalin pençesinde olduğunu görüyor. Ancak bu işgalin beraberinde getirdiği baskılara karşı direnmenin yanında iş, ekmek ve özgürlük istediği için kafası ve gözü yarılmakta, yerlerde sürüklenmekte ve tekmelenmektedir. Bunu yapanlar, Yargıtay’ın terörist dediği, kadını insandan saymayan Hizb-ut Tahrir’in açıktan cumhuriyeti ilga ve hilafeti isteme zırvalarınıysa huşu içinde dinlemekle yetinebiliyorlar.
Gücünü Tanrı’dan alan Vahdettin’in tavrı ile güya milletten aldığını söyleyen ileri demokrasinin sözde piri Erdoğan’ın yaptıklarına bakıldığında, Erdoğan’ın her konuda olduğu gibi kadın hakları konusunda da padişah Vahdettin’den bile daha gerici, daha despot olduğu görülmektedir.
Nasıl ki yarısı yokken bir elma elma değilse, kadının yokluğunda da ne insanlık bir bütündür ne de dünya. Kadınlarımızın her alanda herkesle eşit olduğu özgür ve katılımcı ufuklara açılması, ülkemizin ve milletimizin bütünlüğünü perçinleyecek, demokrasimizi güçlendirecek, toplumdaki barışı, huzuru ve refahı kuşkusuz daha da ileriye taşıyacaktır.