Cumhuriyet gazetesinin Ankara’daki bürosu, İstanbul Başsavcılığı’nın talimatıyla polis ekipleri tarafından basılıyor. (1 Temmuz 2008)
Hürriyet’te yayımlanan ‘‘Johnson Mektubu’’ haberi hem siyasal, hem de basın tarihi açısından önemlidir. Türkiye’nin, İsmet İnönü’nün kararıyla Kıbrıs’a bir çıkarma yapma hazırlığı içinde olduğu günlerde, çıkarmadan bir anda vazgeçilir. Hürriyet’in manşetinde 13 Ocak 1966 tarihinde “Herkesin merak ettiği mektubu elde edip açıklamak bir gazetecilik görevidir” denilerek “İşte Johnson Mektubu” başlığıyla haber yayımlanır. Arcayürek, bu haberin öyküsünü şöyle anlatır:
‘‘Türkiye Kıbrıs’a bir çıkarma hazırlığı içinde. İsmet Paşa kararlı, Amerikan elçisi Raymond Hare’in çağrılmasını ve kararın bildirilmesini söylüyor. Elçi ‘Bana lütfen üç saat izin verin, bu meseleyi düşüneyim’ diyor. Dönüyor ve içinde ‘Bu çıkarmayı yapamazsınız’ diyen bir mektup getiriyor. Gerekçeleri şu: Silahı bizden alıyorsunuz, bu silahlarla Kıbrıs’a çıkarma yaparsanız müdahale ederiz! 1965’te iktidar değişti. Böyle bir mektup olduğu çıktı ortaya. Herkes bu mektubun peşinde. Mektubu yayınladık. Nasıl elde ettiğimi söyleyemem. Johnson mektubunun en önemli tarafı, Türkiye’nin gözünü açmasıdır. Türkiye yalnızca Amerika’ya bağlı bir dış politikanın acısını hissetti ve bir sömürge devleti gibi davranırsa bunun bedelini gördü.”
Kıbrıs’ta ilki başardı
[Haber görseli]24 Temmuz 1974 günü Kıbrıs çıkarmasının ilk fotoğrafları da Hürriyet’te yayımlanır. Adaya gidebilen tek gazeteci Arcayürek’tir. Arcayürek, bu başarısının öyküsünü de şöyle anlatır:
“Çıkarma, kararı çıktı. Çok heyecanlandık, gidelim istiyoruz ama kimseyi götürmüyorlar. Mersin’e gittim, şehre girmedim, otelde kalamazsın. Arabanın içinde uyudum. Giderken Hüseyin Ezer’in fotoğraf makinasını da aşırmıştım. Sabah Adana’ya telefon ettim, Kara Kuvvetleri Komutanı paşayla görüştüm, o da bana ‘Sen git Mersin’deki çıkarma karargahına, orada Komutan Bedrettin Demirel var, benim tarafımdan geldiğini söyle’ dedi. Hemen gittim, bir çardağın altında oturuyor, kendimi tanıttım, paşanın söylediklerini aktardım. Beni fena halde azarladı. Kantine gittim, çay, kahve, sohbet. Bir yandan da pencereden çardağa bakıyorum. Bir baktım ‘Emredersiniz, hay hay’ filan diyor. Hemen yanına gittim, yüzüne bakıyorum. Bunun üzerine ‘Efendim, burada bir adam var, siz göndermişsiniz’ dedi. Arkasından da ‘Başüstüne efendim’ deyince rahatladım. ‘Tamam kardeşim götüreceğiz seni’ dedi.
Çıktım yanından, denizcilere dedim ki ‘bu adam aksi, vazgeçer, iyisi mi siz beni şu gemilerden birine bindirin.’ Gemilerden birine bindirdiler. Adaya çıktık ve ben sayısız resim çektim. Komutana gidip acilen geri dönmem gerektiğini söyledim. O sırada tesadüf bir paraşütçü yaralanmış. Onun taşınacağı helikoptere atladım ve İncirlik’e geldim. Hemen gazeteye telefon ettim, Nezih Demirkent çıktı. ‘Hâlâ gidemedin mi’ dedi. ‘Gittim de geldim bile’ dedim. Taksiyle Adana’dan hiç durmadan İstanbul’a geldim.”