‘‘Memleketi Ben Kurtaracağım!’’ kitabı piyasaya çıkan Hürriyet yazarı ve senarist Gülse Birsel, Hürriyet yazarı Ayşe Arman’ın sorularını yanıtladı.
İşte o röportaj…
Aktüel’de tanıştık.Hey gidi Ercan Arıklı. Anlata, anlata bitiremedi, işte Boğaziçili, şöyle parlak, şöyle zeki...
Öyleydi de.Ve hep güzeldi. Komikti. Sarkastikti. Nazikti. Ama bir lafıyla insanı eşekten düşmüşe çevirirdi, öyle de kendine güvenliydi, sonra da tatlı tatlı gülümserdi. Columbia Üniversitesi’ne master’a gitti, New York’ta sinema okudu. Döndü, önce Esquire’ın, sonra da Harpers Bazaar’ın yayın yönetmeni oldu. Gülse’nin anlamadığı bir halt yoktur, moda da bilir, gazetecilik de bilir, dergiciliğin âlâsını bilir. Ama sonra dümeni televizyona çevirdi, G.A.G’la başladı, o iki şahane dizi; Avrupa Yakası ve Yalan Dünya ile devam etti. Gerisini biliyorsunuz zaten. Son 13-14 senesi manyak bir tempoyla geçti. Geçen haziranda dizi bitti.
O bir süredir de Hürriyet yazarı. Şimdi Gülse yeni bir kitapla karşımızda, Doğan Kitap’tan çıktı: ‘Memleketi Ben Kurtaracağım!’ Röportaj için buluştuğumuzda baktım taşşş, inanılmaz güzel, asıl güzel olan da onun bunun farkında olmaması. Böyle muzip, zeki, sorgulayan, kendine güvenen, hiçbir zaman pes etmeyen, inadına hep hayat ve yaşamak diyen kadınlara çok ihtiyacımız var. Seni seviyoruz Gülse. Kim tutar seni. Uzun metraj filmini de bekliyoruz!
Hayırlı uğurlu olsun! Yeni kitabın çıktı: '‘Memleketi Ben Kurtaracağım!'’ Ya Gülse sana mı kaldı memleketi kurtarmak?
- Bana da kaldı, sana da kaldı, ona da! Bence eskiden beri hepimizin üzerine düşen bir görev bu. Kim kurtaracak başka? “Büyüklerimiz” desen, bence yeteri kadar büyüdük. Bir de çocukluğumdan beri büyüklerimizin bir mucizeye imza attığını görmedim. Zaten onun için sokakta, kahvede memleketi kurtarıp duruyoruz. Kitabın arkasına da yazdım. Tamamen kurtarmasam da en azından denerim diyorum. Durumumuz daha iyi olur mu bilmiyorum ama daha kötü olmaz bence.
Seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsun?
- Bizde her belirsiz duruma uyan, her ihtimali öngörse de hep umut taşıyan fevkalade iki laf var: “Hayırlısı” ve “Kısmet”. Benim hislerim de pek farklı değil. Dev bir şok, panik veya neşe patlaması yaşamıyorum bu sonuçlar karşısında. Ama çok şaşırdığımı da söyleyemem
Nasıl yani? Böyle bir sonuç bekliyor muydun yani? Hayal kırıklığı yok mu?
- Öyle şıkır şıkır hayallerim yoktu. Sonuç geçen seçimdeki gibi çıksaydı da müthiş bir belirsizlik olacaktı. Televizyonda, sokakta dans eden ve çok sevinen vatandaşları görünce o yüzde 50 adına mutlu olmaya çalıştım. Bardağın yarısı çok mutlu, ben de o tarafı görmeye uğraşıyorum. Demek ne kadar tedirgin olmuşlar ki, böyle bir rahatlama ve sevinç yaşadılar. Hepimiz gidişattan tedirgindik esasen. Ama çözümü onlarla aynı yerde görmedik. Umarım onlar haklı çıkar. Aslında hepimizin istediği aynı şey: Refah, mutluluk, özgürlük, güven, şu bu.
Sende ‘gideyim buralardan sendromu’ yok, öyle mi?
Asla. Nereye gidiyorum yahu? Ülke benim! Elimde kapı gibi Türkiye Cumhuriyeti kimliği var, tapu bende yani! Bu ülkeyi çok seviyorum, e burası da beni seviyor. Başında bir bela vardır, hapse düşmemek için gidersin, ekmeğini burada kazanamıyorsundur, gurbette çalışırsın veya ülkede savaş vardır, kapını kurşunlarlar, kaçar gidersin. İktidardaki ekip tam senin kafana uymuyor, demokrasi istediğin gibi değil diye memleket terk etmek ne? Esas o zaman kalacaksın ülkende! Daha iyi olsun diye uğraşacaksın. Gir bir siyasi partiye çalış, sivil toplum örgütüne katıl, yaz çiz, konuş. Elâlemin ülkesine gidip garip garip oturulur mu? Tatile git, eğitime git, gezmeye görmeye git, o başka... Vatan bizim ya, niye gidiyoruz?
Sonuca kadınların daha çok üzüldüğü söyleniyor. Ne diyorsun?
- “Dökülen süte ağlanmaz” manasına gelen bir İngiliz atasözü vardır. Yani geçmiş bitmiş artık, arkasından el salla. Üzülmenin faydası yok, üzülenler bundan sonra haklarını daha aktif korusunlar. Taleplerini daha yüksek sesle dile getirsinler. Oy vermeyenler mesela, gitsinler versinler...
Mizahın geleceğini nasıl görüyorsun? Bir sürü şeye müdahale ediliyor, mizaha da edilebilir mi?
- Medyanın durumu iyi değil. Feci bir baskı ve onun getirdiği sansür ve otosansür var. Özellikle geniş kitlelerin takip ettiği gazetelerde ve televizyon kanallarında... Bu durum, mizaha dokunur elbette. Özellikle siyasi mizaha. Levent Kırca’yı kaybettik. Espri anlayışını beğenmeyen olabilir ama ‘Olacak O Kadar’ı hangi kanalda nasıl yapabilirsin şimdi?
Peki sen ne yapmayı öneriyorsun?
- Valla dünyanın geri kalanıyla karşılaştırdığımızda bir acı veya kahırdan söz etmek haksızlık olur. O kadar da değil... Fransa’yla, İsveç’le karşılaştırdığımızda durumumuz parlak değil ama bu ülkede savaş ve açlık yok en azından. Az olmayan sayıda iyi yetişmiş aklı başında insanlar var. İyi kötü bir demokrasi geleneği var. Laiklik gibi pamuklar içinde korumamız gereken, Ortadoğu hastalıklarının bulaşmasını engelleyebilecek bir temel var. ‘Yenilgi’ gibi görünen her anda, kalkıp, üstünü silkeleyip yürümeye devam etmekten yanayım!
Kutuplaşma sence sertleşecek mi?
- AK Parti tabanı ve kadrosu bu zaferden sonra daha sakin, daha soğukkanlı ve paylaşımcı olabilir. Veya ikinci şık: Daha kibirli ve otoriter de olabilirler. Birinci tavrı benimserlerse, ortak geleceğimiz için şahane bir yol haritasının ilk çizgisi olur. İkinci ihtimale kapılırlarsa tarihin hatası olur ve kutuplaşma zirve yapar.
Sen genellikle mesafeli birisin. Neden?
- Karakterim herhalde. Ama kime ne yahu? Avukat, doktor, herkes kendini anlattığı kadar etrafa açar. Ben komedi yazarı ve oyuncuyum diye sabah ne yediğimi bilmeleri mi lazım? Kitapta bir miktar anlattım ama... 7 makaleden oluşan kısa bir otobiyografik bölüm oldu... Genç bir kız olduğum için otobiyografim kısa sürdü tabii!
Yaşlanmaktan korkmuyor musun?
- Yok. Ben gençlik işinden bir tık sıkıldım esasında. Döpiyes giyip kendimi salmak ve sokaktaki çocuklara, “Aa susun be başım tuttu” filan diye bağırmak istiyorum. Ama elimizde değil, biz daha çok genciz! Bizim kuşak böyle. Bir mecburiyet. Heidi Klum benden yaşlı, kadın top model. Sıkılıyor insan haliyle. Ben 120 yaşına kadar yaşamayı hedeflediğim için, bizden önceki kuşağın 25 yaşına filan denk düşüyorum
Gülmek için sen kimi izliyorsun?
- İngiliz mizahı seviyorum. Çok gişe yapan Amerikan komedilerini poker suratla seyrediyorum ve bitiremiyorum.
Yazılardan biri de “Devlet bize huni versin”di. Nasıl olacak bundan sonra sence?
- Devlet bize huni vermesin, o yazının şakası! Devlet bize değer versin. Yıllardır bunun kavgasını yapıyoruz. Olmak istediğimiz demokrasilerde yapılan belli işte... Bize değer versin
Bir mizahçı olarak durumu nasıl değerlendiriyorsun? Yazdıkların, “Güleriz ağlanacak halimize” mi?
- Kitabı teslim ettiğim günler Ankara katliamının hemen sonrasına denk geldi. Çok karamsar bir dönemdi. Onun için, “Kahkahanızı kaybettiniz biliyorum, ama ben belki bulup geri verebilirim!” diye yazdım kitabın arkasına. O günlerdeki kadar akut bir karanlık duygusu yok şu an. Ama hâlâ o yaralar sarılmadı. Ekonomi, şu, bu, genel durum da çok iç açıcı değil. Çok sorun var. Ama döküle saçıla, düşe kalka, bir gün daha güzel günler göreceğiz. Şaka yapamadığımız günler de olacak, hep birlikte gözümüzden yaş aka aka güldüğümüz günler de. Mizah bitmez. Ara verir.
Peki kadınların daha fazla endişelenmesini nasıl açıklıyorsun? Sence abartılıyor mu?
- Yoo. Elbette yaşam tarzı söz konusuysa, olan önce kadınlara oluyor. Cumhuriyet’in kazanımlarından en çok faydalanan kesimlerden biri Türkiye’nin kadınları. Ortadoğu’da bir vaha Türkiye. Bu konuda bir geriye gidiş, bir hak kaybı hissettiğimiz an tırnaklarımızı çıkarıyoruz tabii. Ve çıkarmalıyız da...
“Acılar karşısında hayatı durdurmayacağım” diye yazı yazdın, çok da olumlu tepki aldın. Hâlâ öyle mi düşünüyorsun?
- Yas ve acıyı anlıyorum ve çok saygı duyuyorum. Ama bir terör saldırısı karşısında hayatı durdursan ne olacak? Kim fayda sağlayacak bundan? Önlemlerin eksikliğine vs’ye tepki göstermek istiyorsan daha aktif, daha sonuç alıcı bir tavır ve talep lazım. Terörü protesto ediyorsan da, en güzeli hayatı asla durdurmamak.
Milli seferberlik yazın da çok sevildi...
- Şu an ülkede dört dörtlük çalışan veya çalıştığına inanılan bir kurum yok. En fecisi, mesela adalete güven yok. Eğitim karmakarışık. Ordunun başına gelmeyen kalmadı. Hiçbir şeye itimadımız yok. Herkes, her şeyin altında bir çapanoğlu arıyor. Komplo teorileri dizboyu. Bize bir milli seferberlik lazım. Eski Türkiye diye sürekli haksızca laf edilen sistemde sağlam kurumlar vardı en azından. Mesela çocuklar sınava girdiğinde kimsenin aklından “Bir üçkâğıt dönüyor mu?” sorusu geçmezdi. Hâkime, polise, TÜBİTAK gibi kurumlara bir güven ve saygı vardı. Son zamanlarda
edindiğimiz bazı Ortadoğu alışkanlıklarından kurtulmamız lazım.
Senin bir tarafın hep gizemli. Özel hayatın özellikle. Nasıl bu kadar ketum olabiliyorsun? Nasıl oluyor da biz sana dair hiçbir şey bilmiyoruz?
- Sosyal medyayla ilişkim çok mesafeli, belki ondandır. Twitter hesabı açalı bir yıl olmadı. Instagram’ı bir ay önce filan açtım. Hâlâ anlamıyorum niye sıradan ve sıkıcı hayatımla ilgili neşeli fotoğraflar paylaşmam gerektiğini. Londra’daki ödülün fotoğrafını filan koydum, herhalde usul budur diye. Çok acemisiyim oraların. Twitter’a biraz daha alıştım. Yazıları paylaşıyorum, arada espri filan yapıyorum. Ama zaten kendini yazarak anlatmayı meslek olarak seçmiş birisi, bir de niye hayatından fotoğraflar koysun, orada bir kafa karışıklığım var. Röportaj yapmayı da sevmiyorum aynı sebepten.
Hiç mi sokağa çıkmıyorsun, hiç mi bir yerde fotoğrafın çekilmiyor?
- Çılgın bir gece hayatım yok. Sinema, tiyatro ve arkadaşlarımın evinin önüne kamera gelmiyor. Yemeğe gitmeyi seviyorum, oraların kapısında da çok basın olmuyor. Bazen çekiyorlar ama bana sempatik davranıyor paparazziler. “Yeni proje var mı, dizileri özledik“ filan diyorlar. Ben de “Arkadaşlar lütfen yaaa, rahat bırakın” filan diye atarlanmıyorum. Proje varsa tatlı tatlı anlatıyorum. Düzeyli bir ilişkim var paparazzilerle
Bence yeterince meşhurum. Benim için ideali bu doz meşhurluk. Şarkıcı olsam mesela, işlerimi duysunlar, şarkılarımı bilsinler diye medyayla daha yakın olmak zorunda kalabilirdim. Halbuki yaptığım işler 13-14 yıldır zaten her hafta televizyonda prime time’da yayınlanıyor. Daha ne kadar görecek insanlar beni. Fazlası fazla olur.
Burnu kemerli ve falsolu olanlara ameliyatı önerir misin?
- Kendime önermiyorum! Olmaz artık, bıraktım dağınık kalsın. Bir ameliyat tecrübem olmadığı için kimseye tavsiye veremem. Kendini çirkin hisseden yaptırsın, ne bileyim. Ben hep burnuma rağmen fena görünmediğimi düşündüm. Bu şuursuzluk beni çirkin burunlu fakat kendine güvenli biri yaptı.
Yalan Dünya ve Avrupa Yakası’yla bir çığır açtın. Biraz da senin sayende dizilerde seviye yükselmesi oldu. Yeni dizi var mı?
- Bir yıldan önce imkânsız! Şimdi kitap çıktı. Bir film yazacağım. O yazın çekilecek. Diziyi kurmaya başlamam ağustos. Seyirciye çıkması en erken ekim-kasım.
Ne tür bir dizi?
- Ben yine sitcom yaparım. Kafamda inceden şekillenmeye de başladı ama söylemem!
Bugünün Türkiyesi’nde ne izlenir?
- Reyting sistemi çok sağlıklı değil. Doğru bir örneklem mi herkesin şüpheleri var. Eskiden reyting denekleri eğitime göre de seçilirdi. Şimdi o kriter yok. AB grubu zaten çok küçültüldü. Aynı programda bir hafta içinde dramatik oynamalar görünüyor filan. Reklam verenler de şikâyetçi. Onun için bence 5-10 yıl öncenin Türkiyesi’nde seyredilen dizi, güncelliğini koruduğu sürece aslında bugün de seyredilir. Ama bu yeni reytinglerde seyredildiği görünür mü bilmem!
Sen hangi dizileri seyrediyorsun?
- Ben haber kanallarına sardım son zamanlarda. Diziler 130 dakika! En kaliteli hikâye bile 10’uncu bölümde pembe diziye bağlamak zorunda kalıyor. Hafakanlar basıyor. Yabancı dizi dersen, Louie’yi seviyorum.
Bütün o karakterleri nasıl yaratıyorsun? Yaşadıklarının payı ne kadar?
- Benim, arkadaşlarımın yaşadıkları, ama çoğunlukla hayal gücü. Bir karakterde bazen tanıdığım birkaç kişinin karışımı, bir o kadar da kafadan uydurduklarım oluyor...
Gerçekten bir kahve içip, bilgisayarın önüne oturduğunda şakur şukur yazmaya başlıyor musun?
- Yok. İki saatlik diziyse, sıkıla sıkıla yazıyorsun. Yazdığını beğenmiyorsun ama revizyona vakit olmuyor. Avrupa Yakası 50 dakikayla başladı. 100 dakikayla bitti. Yalan Dünya bittiğinde 135 dakika filandı. Ama genelde, evet, hikâye ve sahnelerimi kurduysam kahvemi içip saatte 3-4 sayfa diyaloglayabiliyorum...
40’lı yaşlar sana nasıl geldi?
- Valla çok farkında olmadım. Fiziksel veya ruhsal olarak bir dramatik değişiklik olmayınca anlamadım ben o işi. Ama yaş alma konusu beni bir tema olarak ilgilendiriyor. Arkadaşlarımın bu konuya nasıl baktığı, nasıl yaşadıklarını filan izliyorum. Bir gün buna dair hikâyeler yazmak için.
Her zaman güzelsin ve fitsin, bunun için ne bedeller ödüyorsun?
- O senin güzel görüşün. Bir bedel ödemedim valla. Sadece bu sene yaz başı detoksa gittim bir hafta. İlginç bir tecrübeydi, çok şey öğrendim. Mesela proteini ne kadar sevdiğimi. Yumurtayla olan aşkımı, pirzolaya, iskendere sevdamı anladım! Yazın her gün yarım saat yürüdüm bir de. Hayatımın en spor dolu dönemiydi. Üç ayda dört kilo filan verdim. İyi işte, daha ne.
Türk mizah hayatına adın nasıl yazılsın istersin?
- “Yazdıklarına hâlâ gülüyoruz” filan densin isterim. Şu an Avrupa Yakası ve Yalan Dünya’ya hâlâ gülüyorlar. Şimdilik plan tıkır tıkır işliyor yani.
“Kadınlar mizah yapamaz” diye bir geyik var, ne diyorsun bu konuda?
- Çok eskimedi mi o ya? Bayat bir şaka gibi artık. “Amaaan yine mi bu muhabbet” duygusu veriyor.
Mizahçı olunca insan kendini sürekli espri yapmak zorunda hissediyor mu? Ya da insanlar senden sürekli espri yapmanı mı bekliyor?
- Ya evet, bazen öyle oluyor. Ben yazarken daha komik biriyim aslında. Hazırcevap filan değilimdir hiç. Hatta “Mesafelisin” derler. Çok yakın arkadaşlarımın yanında mood’umu bulursam komik oluyorum.
‘Aktroller’le aran nasıl?
- Aram maram yok. Fikir belirten, karşı görüş sunan AK Parti taraftarı kitleden bahsetmiyorum tabii. Troller kaba, kafası çalışmayan, Türkçe bilmeyen, cahil, işsiz güçsüz küfürbazlar. Onları ciddiye mi alacağız?
Kaynak: Hürriyet Gazetesi / Ayşe Arman