Sekizinci defter/ İki yüz altmış altıncı sayfa
“Bir süredir, bu taraflarda yabandaki canavarların saldırılarına maruz kalan taliplerimiz telef olmakta, telef olmaktan kurtulanlar da yerinden yurdundan edilmektedir. Ortadoğu’da herkes kendi iktidarını İslam’ın merkezine koymaya çalışınca kavga çıkıyor. Kendisi de bu kavganın içinde olan Türkiye’nin İslam ile terörün birbirine karıştırılmaması gerektiği konusundaki hassasiyetinin tarafımızdan dünyaya duyurulması talep edilmektedir. Buna karşılık, Türkiye’nin, İslam dünyası ile irtibata geçerek bölgedeki Hıristiyanlara gerekli desteği vermesini konuşmak üzere buradayım.
Bizim orta çağda Tanrı adına yaptıklarımızın bin katı daha korkuncunu bugün Müslümanlar birbirine ve başkalarına yapmaktadır. Bir çözüme kavuşturulamadığı takdirde, bu gelişmelerin konumumuzu tartışmaya açma riskini içinde taşıdığını bilmeliyiz. Ayrıca güneşin, tepesinden yükseldiği bu kilise ile arkasına saklandığı bizim kilise arasında çeşitli depremlerden ötürü belli başlı çatlakların oluşmasına ve ayrışarak güç kaybetmesine neden olan sorunları giderecek tedbirlerin alınmasının zorunlu olduğunu da belirtmeliyim. Bunlara seyirci kalamayacağımızı, neyin nasıl ve kim tarafından yapılması gerekiyorsa onun bir an önce yapılması gerektiğini söylemeye geldim.
Sonbaharın bitmesine üç gün var. Günün ferahlatıcı öğlen serinliğinde, yarısından bir fazlasının karanlığa saplandığı ahalinin karşısındayız. Birçok rolü oynamaya hazır, Şekspir’in Bütün Dünya Sahnesine taş çıkartacak Ankara Sahnesindeyiz. Beni sahneye davet eden rol arkadaşım; herkesçe dünyanın en yalnız, kendince en değerli adamı duruyor karşımda. Beni, bu ülkenin bugününde ve yarınında tüyü bitmemiş yetimlerinin dahi hak ve umutlarıyla endamlaşan, dünyanın en şaşaasından geçilmeyen maun sarayına buyur etmekle başladı oyun. Bu oyunda, sarayın ilk misafiri olarak beni kabul etme şerefini de bana bahşetmiş oldu. Ben de bu şerefin karşılık bulması adına, meşruluğundan işkillenilen sarayın yasalar nezdinde ve kamu vicdanında aklanması için, tarih boyunca zalim hükümdarlara yaptığımız gibi bu edime payanda olma becerisini gösterdim. Zaten ülkenin bütün kurum ve kuruluşları baypas edilmiş, bu memnuniyetsiz mekân tüm beklentilerin kıblesi yapılmış durumda.
Türkiye’nin, iç savaşın çıkmasına katkısı olduğu ileri sürülen Suriye’den, önce durduk yerde patlayan silahlardan kaçmak zorunda kalan, sonra dünyada ne kadar ipini koparan dengesiz varsa hemen hepsini açtığı sınırdan içeri küreyince çıkarttıkları kıyametten kaçan sayıları belirsiz insanlara kucak açmasına övgüler dizerek başladım belagatime. Bu cömertliğin altında ahlaki bir sorumluluğun olabileceğini belirttim.
Bu sahne, tarihi pozisyonu nedeniyle dinler ve kültürler arası diyalog mesajının verileceği en uygun yerdir dedim. Hıristiyan ve İslam dünyası arasındaki işbirliği umudunu arttırmalıyız diyerek bütün dünyayı fanatizme ve terörizme karşı mücadeleye çağırdım.
Ortadoğu barış sürecinin devam etmesi gerektiğini söyledim. Kim anlayacak ki Ortadoğu’da barış süreci diye bir şeyin olmadığını! Ortadoğu uzun zamandır kardeşlerin katledildiği bir tiyatro sahnesi gibidir. Bir türlü önünü alamadığımız dinci terör, yeni ortaya çıkan figüranlarla şiddeti daha da arttırarak içinden çıkılması çok daha zor safhaya gelip dayanmıştır. Dolayısıyla iki kültür arasında köprü olan Türkiye’de, karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü geliştirerek, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bir kutsal ittifakın yapılarak, artık hepimiz için tehlikeli olmaya başlayan bu kökten dinci terörü durdurmamız gerekiyor. Tabi buradaki tragedyayı yazanın kendimiz olduğunu söylemedim.
Aramızda kalsın sevgili günlük ama ben bu Türklerin sürekli iki medeniyet arasında köprü olduklarının söylenmesinden hoşlanmalarını bir türlü anlamıyorum. Bir toplum ya ileridir ya geridir. Demokrasi ya vardır ya yoktur. Bir medeniyet ya batılıdır ya doğuludur. Her ikisinin bir arada olması veya ikisi arasında köprü olmak hayatın akışına terstir. Allah korusun bir toplumsal afette köprü ortadan ayrılırsa yarısı bir medeniyete yarısı diğer medeniyete gider. Bir şey kalmaz geriye. Hoşgörü de öyle. Her şeyi hoş görelim derler ama örneğin çevirdiğimiz bu dolapları ne diye hoş göreceklerini düşünmezler.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına rağmen beraberinde getirdikleri Orta Asya’daki kadim inançlarını yine Anadolu’daki kadim inançlarla harmanlayan, Selçuklunun, Osmanlının ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin de temel harcı olan Alevi inancının yasak olması bizim de işimize geldiği için hiç değinmedim.
Lakin Türkiye’deki otuz bin Katolik’in inanç özgürlüğünün kısıtlanmamasını istedim.
Hep ben konuşacak değilim ya!
Dini hassasiyetleri olan sahne arkadaşım İslamofobiden başladı rolünü oynamaya. Sanki IŞİD’le aralarında duygusal bir yakınlık varmışçasına hep IŞİD deniliyor, Esad veya PKK diyen yok dedi. Diğerleri biri dün, biri bugün ki görüşmecisiydi. Firavun Sisi ile görüştüğüm için Kevoks Piramidi kadar büyük sitemde bulundu bana. Dünyanın bütün mazlumlarının bize de Firavun dediklerini unutuyordu. Benim padişah kılıklılığıma özentiyle bakar gibiydi. Hakkı var tabi. Neredeyse benim mezhebime inananlar kadar Müslüman var dünyada. Aklını kullananların dışında herkes o kadar hayran ki gün olmuyor kendisine peygamber veya Allah’tan neyi eksik ki denilmesin. Ucu bucu olmayan koca mülkün tek varisi gibi görüyor kendini. Devlet başkanı olmanın yanında bir de Müslümanların halifesi olmak var. Hedefinde ne var bilemeyiz ancak çok şanslı. Kendisiyle kan uyuşmazlığı olması gereken sanatçıların, ulusalcıların bile ekmeğine yağ sürdüğü konuşuluyor bu günlerde.
Bak, biz bizeyiz sevgili günlük; İslam ve Tanrı adına kıyameti kopartıp masum insanları katleden, topluma korku salan katillere bugün batıda terörist dendiğini bilirsin. Ancak laik bir ülkenin cumhurbaşkanı, ülkenin yerleşmiş siyaseti ile bağlarını keserek üzerine vazife olmayan dini konularda dünyaya sürekli vaaz veriyor ve sözde Müslüman kardeşlerinin yaptıklarını hafife alarak durmadan İslam’ın terörizmle eşdeğer tutulamayacağının propagandasını yapıyor. Hâlbuki batıda kilisenin ve siyasetin İslam’la hiçbir alıp veremediğinin olmadığını, tek önceliğimizin kendisininki gibi ekonomik çıkarlarımızın ve saltanatımızın bekası olduğunu bir türlü anlamak istemiyor. Neticede Allah’la aldatan Müslümanlarla biz birbirimize çok benzeriz, adım başı kilise ve camileri sonsuz evrenin sahibi Tanrı’nın evi, aynı evrende eşi benzeri olmayan buna benzer ulu sarayları da sırf kendi evimiz bilmemiz bunun en güzel örneği değil mi?
Kaç çocuk yapacağından nasıl giyineceğine, ne okuyacağından kaç paralık hastalanacağına varana kadar her şeye ama her şeye salt kendisinin karar verebileceği güce ulaşma ihtirası!
Bu kadarına ben de şaşıyorum.
Ziyaretimin gerçek Müslümanlar üzerinde olumlu bir iz bırakacağından kuşkuluyum. Atatürk’ün yol evlatları benim ziyaretimden pek haz etmemişler. Ortalığı kan gölüne çevirdiğimiz bu sırada herkesi kafaya alıp kim bilir gene ne planlar kuruyorlardır diyorlarmış. Haksız da değiller. İnsanlığa yüz yılda bir nasip olan ve ilk kez Türkiye’de zuhur eden dahi bu ülkenin banisi Atatürk’ün, bozkırın çorağından yaratıp sonsuza kadar ulusuna armağan ettiği bu sonsuz güzellikteki cennetin içine edilen bu şirk sarayına İsa da konuk olsa haz etmezlerdi.
Birinci perde bitti.
Gönülden ırak olmadığımızı göstermek üzere, göz göze olmak için buradayım.
Çünkü insanlar biz bir arada iken bizi fark ediyorlar. Bizi bir arada görünce birbirlerinden hoşnut ve huzurlu olduklarını söylüyorlar. Kendi açımızdan bir anlamı olmayabilir ancak kiliselerimizin bekası için takipçilerinin bizi hep bir arada görmesi lazım ki kendi aralarında gönüllerinin bir olduğunu söyleyebilsinler. Onlar beklentilerinde haklılar. Umarım buğday üretmekten aciz ancak Konstantinopol’de çılgın proje üretenler sözünde durur da açacakları denizle eski deniz arasını altın hilaldeki vaat edilmiş hâkimiyetin bir başka alternatifi olarak doğu kilisemizin ekümenik egemenliğine ait kılarlar.
Ben ve Patrik!
Sahnenin arkasındayız.
Her halükarda biz iki kişiyiz ve asla üç kişi olmak istemiyoruz.
Önünde eğildim ve beni kutsamasını söyledim.
Kurban ve egemenlik…
İnsanın insana kulluğu…
Utancım önüme aktı, buharlaşıp yeniden bulandı yüzüme.
Patrik kardeşimle yaptığım en az birinci İznik konsilindeki kadar önemli olan bu tarihi buluşmamızı sahnenin arkasında ve kendi özgün koşullarında yıllanmaya bırakarak Ankara’nın, İstanbul’un sokaklarında sahneye çıktım bu kere.
Mola dediler, Yaşar Kemal’in servis ettiği Çukurova’daki Sazlı Köyün Ağalarından miras kalan ince belli bardaktan içtim çayımı. Bunu herkes gördü, duydu, konuştu. Sokak ortasında güpegündüz kocaları tarafından öldürülen ince belli kadınları gören de çığlıklarını duyan da olmadı. Konuşulmadı da. Bu ölümlerden kurtulanlar ise her gün ölüyor: İleri dediğimiz Avrupa’mızda bile yokken, bu milletin sadık ve fedakâr hadimi Atatürk, bu ince belli kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermişti. Bugün bu hak üzerinden iktidara gelen muktedir, kürtaj dahi yapamayacak kadar kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olamayacaklarını söylüyor bu ince belli perilerin. Bu konuda hemfikirdik fakat Avrupa’yı hayli aşmış olmalı ki vicdan sahiplerinin meymenetsiz dediği ileri demokrasi düzeninde, fıtratı gereği insandan dahi sayılamayacağını söylüyor bu ince belli melaikelerin.
Ayasofya ve Sultanahmet’teydik. Altın sırmalı büyülü kaftanının içindeki Şeyhülislam ile geçmişten geleceğe dünyaya hükmeden gücün iki eş başkanı gibi kudretli ve gökteki melekler kadar şendik. Ne hikmetse şeyhülislam ne Allah’ın emrettiğini ne de vicdanlara sığmayan hiç bir şeyi görmüyor, biz biat kültüründen geldik deyip padişahın topluma giydirmek istediği gömleği şekillendirmekle meşguldü daha çok.
Kadim sokaklardan geçen kadim halkın torunlarına seslendim; Yiğit çobanlar gibi, merasına dadanan kurt sürülerini çil yavrusu gibi dağıtıp geri püskürten Kılıç Aslan’dan, Eyyubilerin Selahattin’inden ne haber dedim, kimse hatırlayamadı onları. Yunus nasıldır, nicedir dedim, cenneti yanlış tarif ettiğinden İbni Rüşt gibi hayatımızdan çıkarıldı dediler. İyi, dedim. Demek ki her şey kontrolümüz altında iyi gidiyor. Rahatladım.
Omurgası alındığından saplanan bıçağın dayanacak kemik bulamadığı, melanet hırkasının giydirildiği bu aziz millet, mütevazı arabayı limuzine, misafirhaneyi beş yıldızlı otele tercih ettiğimden dolayı neredeyse itibardan da tasarruf edilmelidir diyen kendi peygamberlerinin izinden gidiyormuşum kadar benden hoşnut, dinler arası diyalog ve yakınlaşmamızdan da bir kez daha memnun kaldı.
Sevgili günlük, bir gün divan kurulur da insanın insana kulluğunun hesabı sorulursa, bir buçuk milyar Katolik’in cennete gitmesi için şu an olduğu gibi en az Aziz Petrus kadar çalıştığımı, siyasi kimliğimin de maden dağları, bereketli ovaları ve bacası tüten fabrikaları olmayan, hepsi antika bir binadan ibaret bir devletin başkanı olmanın ötesinde bir hiç olduğumu Tanrı görüyor! Öyle değil mi?”