Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Söğüt Cem Küçük'le yıllar önce yaptığı konuşmayı köşesine taşıdı.
Bir Cem Küçük anısı... ‘Plajda bize de anlatmıştı'
Bundan yıllar yıllar önce... Bir sahil kasabasında, bir tahta masada...
Henüz kim olduğunu hiç bilmediğimiz bir adamla, tesadüfen bir araya gelmiş ve uzun uzun basın özgürlüğü üzerine konuşmuştuk.
O masaya oturmamıza vesile olan ortak arkadaşımız kulağımıza onun bir yayınevi sahibi olduğunu ve iktidar yanlısı gazetelerden birinde köşe yazdığını fısıldamıştı, o kadar.
O zaman henüz başbakan olan Cumhurbaşkanı’nın sağ koluymuş gibi konuşuyordu.
Sanki onun bir nevi gayri resmi danışmanıydı.
Sanki biraz palavra sıkıyordu.
Anlattıklarına bakılırsa Başbakan’ı çok yakından tanıyordu ve attığı her adımın arkasında duruyordu.
Başbakan’ı tanısak biz de çok severdik, öyle diyordu.
O aslında şahane, adil ve vicdanlı bir insandı. Şefkat doluydu. Adeta bir kanatsız melekti.
Öyle sanıldığı gibi kolay kolay kimseye kızmazdı.
Ama işten attırdığı gazeteciler artık sabrını çok taşırmışlardı.
Düpedüz hakaret ediyorlardı ona.
Bu kadarı fazlaydı. Kim olsa ipini çekerdi onların. Onlara karşı tabii ki acımasız olacaktı. Onlar artık ağızlarıyla kuş tutsalar hiçbir yerde iş bulamayacaklardı. Çünkü sınırı aşmış, piyasadan silinmeyi hak etmişlerdi.
Başbakan aslında farklı fikirlere saygılı, hoşgörülü, müşfik bir liderdi.
Ama o isimler terbiyesizdiler. Terbiyesizliğin cezası ağır olacaktı.
Başbakan hiçbir terbiyesizi bu âlemde yaşatmayacaktı.
Onu şaşkınlıkla dinlemiştik.
Sonra Budistlere yaraşır bir sabır ve sükûnetle basın özgürlüğünden, bir politikacının gazetecileri işten attırma iddiasının ne kadar ayıp olduğundan falan bahsetmiştik.
Böyle bir hak olamayacağını, bir politik liderin padişah gibi “Alın kellesini” demesiyle gazetecinin işten atılmasının yol açacağı felaketleri anlatmaya çalışmıştık.
Faşizm demiştik, diktatörlük demiştik, hak demiştik, hukuk, özgürlük demiştik.
Kimle konuştuğumuzu hiç bilememiştik.
Onun üzerinde bir gömlek pantolon, bizim üzerimizde mayolar vardı.
Onun kısacık saçları pırıl pırıldı, bizim uzun saçlarımızdan sular damlıyordu.
Onun gözlüklerinin camları ışıldıyordu; bizim gözümüze ha bire kum kaçıyordu.
Son çare, “Mizaha bile tahammülü yok bu adamın” demiştik.
“Karikatüristlere bile dava açıyor. Kedi gibi çizildi diye, hakarete uğradığını sanıyor.”
“Öyle mi, ondan haberim yok, dönünce bakarım, gerekirse Başbakan’la konuşurum” demişti.
Sonra çay içmiştik birlikte.
Güneş batmıştı.
Biz evimize gitmiştik.
Birbirimize, “Ne acayip bir adamdı; deli herhalde” demiştik. Geçenlerde fark ettim; meğer o adam Cem Küçük’müş.
Deli olan da o değil bizmişiz.
Yıllar önce bir sahil kasabasında tahta bir masada iktidara kafa tutan gazetecilerin neden yaşama şansı olmadığını büyük bir inat ve inançla karşısında kim olduklarını bilmediği, saçlarından su damlayan mayolu iki insana tane tane anlatan o adam, artık iktidar sözcüsü olarak aynı şeyi resmen televizyonlarda milyonlara anlatıyor.
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ...