Türkiye seçim sathı mailine girdiğinden beri en çok merak edilen konu
HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı. Bu, 8 Haziran itibariyle oluşacak Meclis ve dolayısıyla Türkiye tablosu açısından da kilit bir önem kazandı. Haliyle de anketler, simülasyonlar, analizler ve çeşitli saha çalışmalarıyla
HDP’nin yüzde 10 barajının üstüne çıkıp çıkmayacağı sorusunun yanıtı aranıyor.
HDP OLAYLARINA İLİKİN ANALİZLER
HDP oylarına ilişkin tahmin ve analizler yapılırken üzerinde çokça durulan kriterlerden biri ise “Alevi oyları”... Böyle bir blok oy potansiyeli olup olmadığı tartışması bir yana, “Alevi oyları” kavramı siyasal olarak pek çok ön kabulü/yargıyı da içeriyor.
Bunların en başta geleni, kuşkusuz, “Alevi oylarının ağırlıklı olarak CHP ’ye gittiği” yönündeki kanaat. Uğradıkları kırım ve yıkımların ardından, tarihsel olarak sol siyasete yakın, devlete ve devletçi politik geleneklere uzak olan Alevi toplumunun sağcı partilere yönelmediği açıkça ortada.
Ama bu kez CHP’nin yanı sıra HDP de Alevi oylarını alabilecek mi? Önemli bir Kürt-Alevi nüfusunun yanı sıra, Anadolu’nun pek çok noktasına dağılmış Türk/Türkmen Aleviler de HDP’ye yönelerek barajın aşılmasında önemli bir faktör haline gelebilir mi?
Bu sorular elbette en başından beri HDP’nin de gündemindeydi. Sınıfsal, etnik, dini, cinsel, toplumsal olarak ezilmiş ya da ‘dezavantajlı’ kesimleri kapsama ve temsil etme konusunda gayretli olan HDP Alevi toplumu içinde zaten bir örgütlülüğe ve etkiye sahipti. Ama bu etki güçlendirilebilir miydi?
Tüm bunları HDP’nin İstanbul 2. Bölge 1. Sıra adayı Turgut Öker’le konuştuk. Öker, özellikle Avrupa ’daki Alevi toplumunun örgütlenmesi sürecindeki çabaları ve öncü rolüyle tanınan önemli bir isim. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 10 Mayıs’ta Almanya’da yaptığı konuşmada, “Avrupa'da Ali'siz Alevilik diye bir şeyler çıktı ya. Şimdi bu Ali'siz Alevilerin birini de milletvekili adayı yaptılar” diyerek onun adaylığının etkisini teyit etmiş oldu bir bakıma.
Öker, sadece kendi seçim bölgesinde değil, İstanbul’un 1. ve 3. bölgeleri ile Tokat’tan Maraş’a, Sivas’tan Mersin’e, Aydın’dan Çorum’a dek, özellikle Alevi nüfusun bulunduğu hemen her kent ve kasabada bizzat seçim çalışmalarına katılıyor; Avrupa’daki seçmenlere gidiyor ve oradaki oy verme işlemlerini de yakından takip ediyor.
Turgut Öker’le adaylık sürecini ve seçim çalışmaları sırasında sahadan edindiği izlenimleri, Erdoğan’ın kendisi için söylediği “Alisiz ateist Alevi” sözlerini ve daha birçok şeyi konuştuk. Sözü yeterince uzattık, şimdi Turgut Öker’e bırakalım…
Siz Türkiye’de birlise öğrencisiyken aileniz Almanya’da işçiydi; politik mücadeleye katılıp tutuklandınız, dışarı çıktıktan sonra 12 Eylül darbesi oldu ve Avrupa’da kaldınız… Okuyucularımıza kendinizi tanıtır mısınız biraz?
1961 yılında Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı İslim Köyü’nde doğdum. 1973 yılında Almanya'nın Hamburg kentinde işçi olarak çalışan ailemin yanına gidip bir süre kaldıktan sonra okumak için Türkiye’ye döndüm. İstanbul Kartal'da yakınlarımın yanında kalırken liseye devam ettim.
Türkiye’de devrimci hareketin çok dinamik olduğu bu dönemde devrimci gençlik hareketlerine katıldım. 1979’da tutuklandım ve kısa bir süre tutuklu kalıp tahliye olduktan sonra ailemi görmek için Almanya'ya döndüm. Ben Hamburg’dayken 12 Eylül faşist darbesi oldu.
Eğitimime burada devam ettim ve Lüneburg Üniversitesi'nde Sosyal Danışmanlık okudum. Yaklaşık 8 yıl boyunca da Hamburg'da sosyal danışman olarak çalıştım.
Özellikle emniyet ve cezaevi işkencelerinden geçtikten sonra yurtdışına gelen Türkiyeli devrimcilerle çalıştım. Kürt hareketinin Diyarbakır zindanında o korkunç işkenceleri yaşamış birçok isimle de tedavileri sürecinde bu yıllarda tanıştım.
Ama esasen Alevi toplumunun örgütlenmesindeki rolünüz dikkat çekici… Nasıl oldu bu? Türkiyeli devrimci hareketlerin içinde bir sosyalist iken Alevi toplumuna yönelik bir örgütlenmenin içinde nasıl yer aldınız?
Pedagoji okudum ve o yıllarda sosyal danışmanlık da yapıyordum Gençlik Merkezi’nde. Aleviliğe beni yönlendiren olay o yıllarda Fransa’daki Cezayirli gençlerin
“SOS Racismus” yani “İmdat Irkçılık” başlığı altındaki toplumsal çıkışları oldu. Onların hareket noktası, kendi kültürel ve etnik kimliklerini, inanç sistemlerini özgürce ifade etmekti. "Biz niye Alevi olduğumuzu gizliyoruz?" diye düşünmeye başladım.
O yıllarda Almanya’da Yeşiller Partisi de yeni kuruluyordu ve biz de bizi anlayacak, Türkiye’deki işkence ve baskılara duyarlı olacak hangi kesim varsa onlarla iletişime geçiyorduk. Temasta olduğumuz Alman solundan Komünistler Birliği grubu da Yeşiller’in kuruluşuna öncülük eden gruplardan biriydi.
Bizden de göçmenleri temsil edecek temsilciler istediler. Böylelikle bu oluşumda da yer aldım. Yeşiller’in de bir tür fikir önderi olan, Rudolph Bahro’nun çok uluslu, çok kültürlü toplum tartışmalarına dahil olmuş olduk. Bu bize ilaç gibi geldi. Irkçılığa ve inkara karşı böyle bir yaklaşıma, pozisyona ihtiyaç vardı.
Bunların da etkisiyle 1988’de bir grup arkadaşla Hamburg Alevi Kültür Merkezi’ni kurduk. O güne kadar ne Türkiye’de ne de dünyada Alevi adıyla bir kurum yoktu. 1989’da bir Alevi Kültür Haftası düzenledik.
Birkaç bin insan beklerken 10 bine yakın insan geldi etkinliklere. Çok önemli bir yaraya parmak bastığımızı böylelikle gördük. Sonra art arda Almanya’da benzer dernekler kurulmaya başlandı. Bunlar Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) adıyla bir araya geldi ve ben de 1993'ten 1996'ya kadar bu federasyonun genel sekreterliğini yaptım.
1993 Sivas Katliamı’nın da olduğu yıl…
Evet, 1993’te bir miting düzenledik biz de Almanya’da bu katliamı protesto etmek için. Arif Sağ Madımak’ta üstünde olan giysilerle gelmişti hatta. O mitingin sorumlularından biriydim ve polise 3 bin rakamı vermiştik katılım beklentisi için. Ama Avrupa’nın her yerinden on binlerce insan geldi. 3 bin kişiye göre belirlenen alan almadı insanları…
Kitlesel örgütlenmenin temeli biraz da bu mitingde atılmıştır.
Bu esnada Türkiye’yle ve Türkiye’deki Alevilerle ilişkileriniz nasıldı?
Öncelikle Sivas Katliamı davasının takibini ve Avrupa kamuoyunun bu dava hakkında bilgilendirilmesini amaçladık tabii. Milletvekillerinin, yazarların, gazetecilerin davaları izlemesi için önayak olduk. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve İzmir merkezli Hacı Bektaş Veli Derneği ile ilişkilerimiz vardı. Sonra 1995 Gazi katliamı oldu.
O davanın izlenmesi için de seferber olduk. O kadar ısrarcı olduk ki dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, bizi Alevi-Bektaşi temsilcileri sıfatıyla Köşk’e davet etti. Bize gönderilen davetiyelerin üzerinde bu ifade yazar ve sanırım bu da bir ilktir. Yani Alevi adıyla örgütlenmenin Aleviler için bile bir korku kaynağı olduğu yıllar için önemli adımlardı bunlar.
Bu anlattıklarınızdan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün mü: Kimliğini gizleyerek yaşamak zorunda kalmış bir toplum, 12 Eylül öncesinde Çorum, Maraş gibi katliamlara maruz kalıyor.
Dışarıya yoğun göç veriyor, hatta bir diasporası oluşuyor. Ve 93’teki Sivas Katliamı’ndan sonra bir tür ‘artık yeter’ isyanıyla ve biraz da diaspora Alevilerinin de katkısıyla, kendisini ve kimliğini açıktan ifade etme yoluna gidiliyor. Kapalı bir savunma yerine, bizzat Alevi kimliği üzerinden de daha açık bir hak arama süreci başlıyor…
Alevi toplumunun potansiyelinin örgütlenmesi açısından kesinlikle böyle. Avrupa’da yaşayan Aleviler, inanç özgürlüğünün önemini gördüler. İstediği yere cemevi kuruyor; yerel yönetim, merkezi yönetim geliyor, Hıristiyanlarla aynı hakları sunuyor… "Neden kendi ülkemizde bu olmuyor?" sorusunu doğurdu bunlar elbette.
Alevilerin özgüvene kavuşması yaşanan katliamlarla yüzleşmekten geçiyordu öncelikle tabi. Öyle de oldu. Madımak önünde ısrarcı olmak, oradaki o et lokantasına razı olmamak ve her yıl daha kalabalık gruplarla bizzat katliamın yaşandığı yere gitmek, Maraş’a gitmek…
Hazineler kaybedildiği yerde aranır, Aleviler de özgüvenlerini katledildikleri yerlerde aramalıydılar. Avrupa’daki örgütlenmenin katkısı daha çok, bu ülkelerdeki Ermeni, Yahudi örgütlenmelerinden ve genel olarak Batı tipi demokrasilerin daha toleranslı yaklaşımlarından etkilenerek olmuştur.
Bir inanç örgütlenmesinin bir sınıf örgütlenmesi olmayacağını, bu tür bir örgütlenmede ‘Alevi burjuvazisi’nin de köylüsünün de yer alması gerektiğini kavramış olduk. Aramızda işverenler var, köylüler var, Kürt Alevisi, Türk, Balkan Alevisi var, Çepniler var… Türkiye’de devletin elinde olan bir potansiyeli de böylelikle ellerinden almış olduk bir bakıma.
Peki biraz bugüne gelelim. Erdoğan geçen yıl sizin Avrupa’daki örgütlenmeniz için “Ali’siz ateist Alevi diye bir şeyler çıktı” dedi. Geçtiğimiz günlerde de Almanya’da bizzat sizin adaylığınıza değinerek bu kez size “Ali’siz Alevi’yi aday yapmışlar” dedi. Bunların sizin etrafınızda bir karşılığı oluyor mu? İnsanları etkiliyor mu bu sözler?
Ben kimliğimi, devrimci, sosyalist bir insan olduğumu en baştan beri söyledim. İnsanlar beni biliyorlar zaten, saklı gizli bir şeyim yok ki. Aleviler beni böyle kabullenmiş ve sevmiş durumda. Bizim dünyamızda öyle “ateist”, “Ali’siz” gibi kavramlarla şeytanlaştırma yok.
Alevi toplumu için Ali (ve tabii dolayısıyla Yezid) sadece bir dini simge, bir inanç öğesi değildir. Bir erdem ve erdemsizlik, iyilik ve kötülük sembolüdür. “Ali’yi seviyorum” demek yetmez yani bu toplumu ikna etmek için; Ali’yi ve Yezid’i tanır bu toplum. Ve Yezid’e lanet okunmadan cem bitmez Alevilerde. O insanlar benim dini inançlarımın ne düzeyde, ne durumda olduğundan çok, Yezid’le, zorbayla mücadeleme bakarlar yani. Dolayısıyla o sözlerin bir etkisi yok.
Ama ne var? Bizim toplumun baştan yanlış yaptığı bir şey var; biz bu “İslam içi miyiz dışı mıyız” tartışmalarına çok ve gereksiz girdik. Tek tek insanlar kendi hisleriyle ilgili olarak bu tartışmaları yapabilir ama kurumların yapması yanlıştı. İşte birileri dedi ki “Biz Kürdistan Alevileriyiz”; öbür taraftan İzzettin Doğan tarafı “Alevilik bir Türk düşüncesi inancıdır” dedi. Yani halbuki şöyle bir baksan, İran’dan Balkanlara kadar, değişik milliyetlerden Aleviler, Bektaşiler var. Bu tartışmalar yanlıştı.
Aşılabildi mi bu tartışmalar?
Biz en azından şunu başardık. Alevilerin farklılıklarda bir arada olması; Türk, Kürt, dindar, ateist, liberal, komünist… Öğretinin kapsayıcılığıyla tüm kesimleri bir arada tutan bir örgütlenme yaratabildik. Bu biraz bugünkü HDK mantığıyla örtüşüyor. Avrupa’da en kolay entegrasyonu Aleviler sağlamıştır.
Bu süreçte milletvekilli olmuş, sendikalarda kitle örgütlerinde toplumda önemli bir yere gelmiş Türkiyelilerin önemli bir bölümü Alevidir. Bu biraz da öğretiden kaynaklanıyor. Siyasal İslam’ın ‘kafir’ diyerek ötekileştirmesi bizim toplumumuzda yoktur. Aksine Almancayı çabuk öğrensin çocuklar diye annem Alman arkadaşlarımızın gelmesinden çok hoşnut olurdu, onlara kekler yapardı. Farklılıklarla bir arada durabilmeyi başarmak açısından önemli mesafe kat ettik.
Seçimlere gelirsek… Avrupa’dan başlayalım; Avrupa oylarının çok önemli olduğundan konuşuluyor bu seçim için. Nasıl durum? Avrupalı Alevilerin eğilimi ne yönde?
Ben Mart ayında Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanlığı’ndan istifa ederek adaylığımı açıkladım. O tarihten beri çok olumlu tepkiler var. “Aleviler kesinlikle CHP’ye oy verir” ön yargısının kırıldığını göreceksiniz.
Kaç Alevi var Avrupa’da, bu konuda bir veri var mı elinizde?
5 milyon Türkiyeli olduğu kabul ediliyor yaygın olarak. Oran Türkiye’deki gibidir aşağı yukarı. Yani bunun yaklaşık 1-1,5 milyonu Alevidir…
Alevi toplumundan ne kadar oy bekliyorsunuz peki?
En az 250-300 bin oy alacağımızı biliyoruz.
Türkiye’deki çalışmalar nasıl gidiyor? Sahadaki izlenimleriniz ne yönde?
Burada da sürekli faaliyet halindeyiz, her yere koşuşturuyoruz. Özellikle İstanbul’da önemli bir etki var. Bir süredir Alevi toplumunu terörize etmek, onun yeni musahipler kazanmasını önlemek için yapılan planlı hareketler var. Alevi mahallelerini ve Alevileri şiddetle anmak, kriminalize etmek gibi bir niyet…
Ama insanlar yapılanları görüyor. Çıkış yolunun nerede olduğunu da görüyor. Emekçiler, aydınlar, Aleviler, Sünniler, Kürtler, Türkler, Ermeniler… HDP çatısı altında bir araya gelen tüm kesimler toplumda çok olumlu bir karşılık uyandırıyor; gittiğimiz her yerde büyük bir ilgiyle karşılanıyoruz. HDP barajı aşacak, farklılıklarımızla ve kardeşçe bir arada yaşamanın yolu açılacaktır.
Kaynak: Radikal / Hakkı Özdal