RABİA YAVUZ | RÖPORTAJ | KARŞI GAZETE
Karşı Gazete'yi ofisinde ağırlayan
Hayko Bağdat ile son dönem kanayan yaramız Doğu'yu; Cizre'yi, Sur'u konuştuk.
Memleketin en önemli meselelerinden biri olan
'kadına şiddet'i ele aldık. Bundan sonraki projeleri, Taraf'tan Diken'e geçiş süreci ve daha birçok konudaki sorularımızı yanıtlayan Bağdat, "Ne yaparsan yap biz bir şekilde beraber yaşayacağız." dedi.
İşte o röportaj... Sizi Hayko Bağdat ile başbaşa bırakalım:
"BU DEVLET BU ÜLKEDE KATLİAM YAPIYOR"
-Son dönemde ülke gündemi, yaşananlar, cinnet çağındayız neredeyse özellikle doğu ve duyarsız batı. Cizre, Sur… Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
-Batı duyarsız mı bilmiyorum. Aslında belki de çaresiz. Şimdi birçoğumuzun, benim çevremde birçok insanın Kürt illerinde yaşananlar için hissettiği; çok yakın bir akraban ölüm döşeğinde, sürekli aklında o var ve sen gündelik hayatına devam etmek zorundasın hissi var. En azından benim çevremde herkesin yaşananlardan çok üzgün, yorgun ve yılgın olduğunu biliyorum.
Yaşananlara gelince; çok net bir durum var, devleti yönetenler bize bir şey söylüyor. Diyor ki; orada sivillere sağlık hizmeti götürmek için elinden geleni yapmaktadır.
Orada aslında yaralı falan yok belki de, mesela Cizre’deki bodrumda… Tam tersine bunu terör propagandası için kullanan vekiller var, STK’lar var, akademisyenler var.
Fakat aynı zamanda bodrumda olanlardan, insanlar bir şeyler söylüyorlar. İçerde 13 yaşındaki çocukların “su ver” diye yalvardığını hatta “baba su ver” diye bilinçlerini kaybetmiş bir şekilde günler süren, filmi yapılsa gözyaşları içerisinde izleyeceğimiz korkunç bir vahametten bahsediyorlar.
Bize birisi yalan söylüyor. Ya cumhurbaşkanı yalan söylüyor, ya başbakan yalan söylüyor, ya o bodrumdaki 13 yaşındaki çocuk yalvarırken gerçekten ölüm döşeğinde değil ve o içerdekiler yalan söylüyor.
Biz bunun cevabını bir an evvel bulmak zorundayız. Eğer biz bunun cevabında insan hakları örgütlerinin, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın, sivil toplumcuların ve bölgeden gelen seçilmiş vekillerin anlattıklarına inanacak olursak korkunç bir vahşetle karşı karşıya kalmış bir durumdayız.
90’lardan sonra yaşanan en büyük göçü yaşıyoruz. İnsanlar eskiden faili meçhullerle, köyleri yakılarak terk etmek zorunda bırakılmıştı. Şimdi şehirlerde mahallelerde yaşayamaz hale geldiler. Gittikleri yerde hiçbir güvenceleri yok.
Çoluk çocuk bu karda kıyamette ortada kalmış durumda, sütü kesilen, çocuğuna mama alacak parası olmayan onlarca insanın bir göz odada sağa sola sığındığı, onlarca çocuğun öldüğü, hamile bir kadının ve çocuğunun devlet kurşunu ile hayatını kaybettiği bir durumla karşı karşıyayız.
Eğer böyleyse durum o zaman şunları söylememiz gerekiyor;
bu devlet bu ülkede katliam yapıyor. Bu devletin insan haklarının yanından bile geçmeyen korkunç uygulamaları var.
Bir de bunu söyleyip veya buna ‘bir dakika ama bu böyle yapılmamalı’ diye tepki veren insanlara uygun görülen muamele ne?
Üniversitede işlerini kaybediyorlar, memurlarsa uzaklaştırma alıyorlar, gazetecilerse dava açıyorlar ya da işte Tarantino filmi gibi kanımızdan duş almak isteyen bir takım insanların merhametine bırakıldık.
"SEN BAŞARILI BİR HÜKÜMET MİSİN?"
-Tüm bu anlattıklarınızla birlikte devlet terörü diye bir şeyin varlığından bahsedebilir miyiz?
-Şimdi silahlı üniformalı insanı teröristten, eşkiyadan, hırsızdan ayıran özellik hukuktur.
Hukuk ve adalettir.
Elinde silah ile ateş eden bir adamı; ona bizlerin verdiği yetkiyi, meşru sınırlar içerisinde hepimizin güvenliği için kullandığını denetleyen bir mekanizma vardır.
Eğer bu böyle olmazsa aynı doksanlarda gördüğümüz gibi mafya ile iç içe geçmiş haller yaşanır ya da Susurluk’ta gördüğümüz gibi devlet mafyavari olduğu, terör uyguladığı, kendi uyguladığı terörü ortaya çıkarmak isteyenlerin başına da bela açtığı durumlar yaşanır.
Evrensel standartlarda bu problemleri çözen bir devlet var mı? O zaman soru şu ‘iyi de kardeşim sen bunları söylüyorsun, orada hendek açmışlar; oraya silah depolamışlar’ diyor ülkenin resmi kurumları ve başbakanı. İyi de başbakan bunu sen bana mı soruyorsun? Bunu ben sana soracağım.
Sen üç yıl boyunca barış görüşmeleri yaptın. Dedin ki; ‘kefenimizi giydik, bu yola çıktık. Ne olursa olsun dönmeyeceğiz bu yoldan’. Bütün şehiri
'analar ağlamasın' diye afişlerle donattın. B planımız var, c planımız var dedin.
Bu muydu senin c planın?
Sen ne oldu da çoluk çocuk demedin insanı evlerinden çıkaran, önüne gelene ateş açan bir devlet haline geldin? Bu işi neden bu hale getirdin?
Peki, bu hale geldi, sen başarılı bir hükümet misin o zaman? Hepimizin toplumsal desteği ile büyük bir oy desteği ile barış görüşmelerini sürdürmedin mi? Sen neyi yapamadın?
Seni Ergenekon davasında savcı kandırdı, seni kardeşin Esad kandırdı, seni dostun Putin kandırdı, seni 'ne istedilerse verdik' dediğin cemaat kandırdı, Sedat Peker de kandırmış, mafya değilmiş adam(!) Bu ülkenin medya kurmayı falan düşünen iyi bir iş adamıymış, bir de seni Kandil kandırdı.
Şimdi dönüp diyor ki, geçenlerde Mahsun Kırmızıgül’ün çıkışına verdiği cevapta; “Caniler Kandil’de, onlara söyleyin.”
Senin ordunla kapatamadığın hendeği ben mi kapatacağım. Benim muhatabım vatandaş olarak Kandil midir?
Benim, demokratik anayasal düzende beni yönetenlere karşı; onları sorgulamak, gerekirse onların yargı önünde hesap vermesini istemek, bir suça karışmamak gibi vatandaş olarak mecburiyetlerim var.
Yirmi beş bin kere söylendi PKK’ya karşı silahlı mücadele verme, bak orada bomba patlattın çocuk öldü, bu terördür, bu lanettir, daha ne yapabiliriz biz? Dolayısıyla bizim muhatabımız resmi anayasal bir kurum olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve onun yönetenleridir.
Ben tabi ki bunun hesabını size soracağım. Sen, son süreçte toplamda yüzlerce polis, asker şehit gelmişse, yüzlerce sivil, kadın, çocuk ölüyorsa bunu bana satamazsın. Hayırlı bir iş yapıyormuş gibi gösteremezsin.
Senin barış sürecinde söylediklerini ben bugün söylesem 301’den davalık olurum. "Bu iş silahla çözülmez. Bu işin sosyolojik tarafı vardır…" vs gibi bir çok söylem vardı. Ne oldu şimdi önüne gelene ateş ediyorsun? Dolayısıyla
sen artık bir örgütle değil sosyoloji ile savaşıyorsun. Kendi beyanın bu. Sosyoloji ile savaşamazsın!
"BARİ DALGA GEÇME"
-Davutoğlu'nun Toledo açıklaması hakkında ne diyorsunuz?
-Sırf Cizre yüzünden bugün Kürt illerinde kaç genç acaba dağa çıkmıştır? Ya da devlet için kullandığı sıfat nedir? Bir kuşak daha sakatlandı. Dolayısıyla sen bunu hala başarılı bir terörle mücadele operasyonu diye pazarlıyorsan, iki gün önce kendi söylediğin her şeyi hem yuttun, hem yalancısın, hem bizi kandırıyorsun, hem de hukuk dışına çıkıyorsun.
Bütün bunları söylediğim zaman da beni kanımla duş almak isteyen insanların kurtlar sofrasına atıyorsun, savcıların geliyor evime çocuklarımın bilgisayarını tabletini falan filan alıyor.
Sen de diyorsun ki;
Toledo! Bari dalga geçme. Ne Toledosu? Tarih başkenti mi yapacaksın başkenti? Dört Ayaklı Minareyi önce vurdun ondan sonra altında
Tahir Elçi’yi ‘kim vurdu’ya götürdün.
Orada bin bir emekle yeniden insanlığa kazandırılmış önemli bir tarihi mabet olan
Sur Kilisesi mermi manyağı oldu. Kadim insanlık tarihinin en önemli tarihi camilerinden biri
Kurşunlu Cami var. Hem mermiye maruz kaldı hem yakıldı. Yani kültürden bahsediyorsak eğer hangi kültür sanat?
Dalga geçme! Hepimiz işimizi yapalım. Sen savaşa mı karar verdin, savaş iyi mi geldi sana? Barış kelimesi tehlikeli mi şimdi? Barış kelimesi bu kadar tehlikeliyse savaştan ekmek yiyenler var demektir. Ve onlar üretiyor demektir.
Sen savaşının yap, ateşini et, biz barış diyelim başımıza bela gelsin, sen sarayın gölgesinde ülkeyi yönetiyorum zannet.
Şimdi Toledo dedin diye de biz de sana 'vay ne entelektüel başbakanımız var' falan demeyiz.
Devlet, suçunu örtbas ederken vatandaşı ile dalga geçmeyi adet haline getirmiştir.
"BU ÜLKEDE BİR HALK YOK EDİLDİ"
-Duyarsız Batı derken, Doğuda yaşananlardan bihaber olan bir yığın var sokakta?
-Sen buna niye şaşırıyorsun? Bu ülkede yaşamıyor muyuz? Bugün birdenbire aaa Türkiye’de bir şeyler olurken insanlar bunu görmezden gelebiliyormuş bilgisine şimdi mi haiz olduk?
Bu ülkede soykırım oldu soykırım. Bir halk yok edildi. Ve devlet bu öldürülenler ölümü hak ettiğine kuşaklar boyunca insanları ikna eti. Devlet kendisini bunun üzerine kurdu zaten. Dersim katliamında mağaralarda insanlar fare gibi zehirlendi, gözümüzün önünde oldu, Sivas’ta benzin dökülüp yakıldı, hepimizin ortasında kafasında beyaz bere olan birileri Hrant’ı vurdu.
Şimdi; Berkin vuruldu, daha sonra annesini yuhalattı. Üstelik muhafazakârlara yaptırdı bunu. İtikadında ölen bir çocuğa dua etmesi gereken insanlara, o çocuğun ölüsünü yuhalattı. Ölülere eş koştu, Yasin Börü dedi, o çocuğun ölümüne üzülmediğimizi düşündürmek istedi. Keza ölen güvenlik görevlilerine, patlayan bombada lojmanda ölen çocuğa…
Kardeşim biz bu manipülasyonu yüz yıldır biliyoruz. İnsan olan bu konularda kaybedecek bir şeyi olsa bile davranıp
‘bu kötü bir şeydir’ diyebilendir. Bugün etrafında, bir satır aleyhinde bir yazı yazarım da ekmeğimden olurum diye düşünen zavallılardan oluşturduğun kişilerle bizi bir tutma! Bizi onlarla karıştırmasınlar! Kendine bir Ermeni bulup, onu kendine vekil yapıp, ondan sonra güzelleme yazdırdılar.
Yaz dememiştir ama oranın ortamından dolayı belki yazmak zorunda hissettirmiştir. “Akit gazetesi son dönemde darbelere karşı aslanlar gibi direnen bir gazetedir” cümlesini yazdırdılar bir Ermeni’ye. Hırant’ı, Rakel’i, çocuklarını, benim çocuklarımı, hayatımızı, varlığımızı tehdit eden ırkçı zihniyette bir gazeteye…
Bizi onlarla karıştırma!
-Sizce Türkiye’de gerçekten bir azınlık problemi var mı? Azınlık olarak kimleri ya da hangi milletleri niteleyebiliriz?
-Yasal statüdeki azınlık tarifi belli. Doksan yıl önce Lozan’da adı konulmuş dini farklılıklar üzerinden tarif edilen bir durum.
Fakat Türkiye’de içine doğduğu kimliği devlet tarafından, devletin kendisinin kendi vatandaşlarını başka türlü tarif ettiği, sana da bunu kabul edeceksin dediği bütün kimlikler azınlıktır.
Çok paranoyak bir durumdur. Şöyle düşün; şimdi hepimiz Türk'üz. Devletin bize öğrettiği şey bu. Anayasanın değişmez maddeleri... Peki, ben Türk’üm. Getir Kuran’ı el basayım; ben Türk’üm. Hadi beni başsavcı yap şimdi. Olmuyor değil mi? Tamam o zaman ben Ermeni’yim. ‘Bölücülük yapma lan! Hepimiz Türk’üz’ diyorlar.
Paranoyak biz kurgu içerisinde bu kimliklerin, bu mezheplerin, cinsel yönelimlerin, kadınların, çocukların, bu sistem içerisinde devletin hakkını, hukukunu ikinci plana attığı herkes bu ülkede azınlıktır elbette.
Bir tane daha azınlık var, o da Türk’lerdir. Devlet bir gün özür dileyecek bir silsile yaparsa Türk’leri başa koysun. Çünkü bütün cinayetleri onun adına işlemiştir. Onun kimliğini ve kültürünü kullanarak işlemiştir.
Tıpkı akıllı bir katilin cinayet mahalline yolda bulduğu kimlik kartını bırakması gibi bir şeydir. Dolayısıyla bu ülkede; evet işçiler, emekçiler, kadınlar, bütün trans bireyler, azınlıklar, Hristiyan azınlıklar, Aleviler, herkes bu sistemden mağdur.
-Birileri tarafından ötekileştirilen herkes azınlıktır mı diyorsunuz?
- Ama şöyle de oluyor; bir dönem ötekileştirildiğini iddia eden sonra gelip üç gün içinde devlet olan muhafazakâr kesimi de gördük. Bir dönem Kemalistler ya da kurucu unsura inananlar diyeyim bu ülkeyi bizim çocuklar yönetsin, onlar vals yaparlar, çağdaş muasır medeniyet bilirler dediler ve bu ülkede başımıza gelen çok büyük felaketlerin mümessili oldular.
Hayır, bir dakika, onlar olmaz. Oruç tutan, namaz kılan mütedeyyin insanlar gelsin bizim devletimizi yönetsin diye kadrolaşanlardan şunu gördük, o çocuklar gider gitmez devlet oldular.
Devlet hayırlı bir şey olmadı, çocuklar devlet oldu. Dolayısıyla burada bir dönemin ötekisi olan, en azından kendisini böyle tarif eden muhafazakârlardan gördüğümüz de çok parlak bir şey değil.
"TÜRKİYE'DE BAŞKANLIK TARTIŞMASI YOK, ERDOĞAN TARTIŞMASI VAR"
-Başkanlık sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Gelir mi bu sistem? Yaparlar mı?
-
Neden yapmasınlar her şeyi yaparlar. Artık aman canım bu kadar da olur mu diyebileceğimiz hiçbir şey kalmadı. Daha kötüsünü de yaparlar. Kaybetmekten korktukları çok şey var çünkü.
Biz bu ülkede başkanlık sistemi falan tartışmıyoruz. Biz Türkiye’de başkanlık sisteminden korkmuyoruz ki, Recep Tayyip Erdoğan’dan korkuyoruz.
Sadece geçen gün Bülent Arınç’ın anlattıklarını özet geçsek bu ülkede yargısı, hukuku polisi herkes baskıyla bir siyasal akımın menfaatleri doğrultusunda davranan bir durumda memlekette başı belaya girdiği zaman başvuracak sığınacak devletin kapısı kalmadı diye hisseden bir çoğunluk var.
Gittiğin polis hangi polis, kimin polisi? Savcı hangi savcı? Bugün bir yazı yüzünden gittiğimde beni sorgulayan savcı bana Erdoğan’ı hatırlatıyor. Can Dündar’ı sorgulayan hâkim, Hidayet Karaca’yı Ekrem Dumanlı’yı sorgulayan hâkim. BirGün Gazetesi’ndeki arkadaşlarımızı gözaltına alan polis, kapımıza gelen maliyeci, zabıta…
Vs. bunların hepsi Recep Tayyip Erdoğan’ı hatırlatıyor. Başkanlık sistemi ile ABD modeline baktığımızda; Obama örneğin, dünyanın en zor yöneticisidir. Her taraftan denetim altındadır. Asla ve asla keyfi davranamaz.
Sen böyle bir adam mısın? Böyle bir sistem mi kurdun bize? Dolayısıyla bize vaat edilen başkanlık sağlıklı bir tartışmayı yanında getiren bir durum değil ki. Tek adamlı devletin bütün kalelerinin fethedildiği mutlak ve otoriter bir idare isteniyor. Buna karşıyız biz.
Yoksa başkanlık mı, parlamenter sistem mi? Hepimiz için daha iyi olan ne? Bunu sağlıklı bir şekilde tartıştığımız bir ortam yok. Türkiye’de başkanlık tartışması yok. Recep Tayyip Erdoğan Tartışması var. Bunun da haklı gerekçeleri var, yandaşların durmadan sizin bu adamdan nefret ede ede sağlığınız bozuldu dedikleri bir durum var.
E yok canım işte aynı ülkede yaşamıyor muyuz? Aynı Türkiye’de yaşıyorsak eğer bu nefret falan değil, bir kaygı bu, bir korku. Demokrasiden uzaklaşmamızın, insan hayatının devlet eliyle katledilmesinin, sonra ört bas edilmesinin bu kadar kolaylaştığı, devletin hesap verebilir ve şeffaf olmaktan uzaklaştığı korkunç bir dönemden geçiyoruz.
"BUNUN ADI HIRSIZLIKTIR"
-Medya ve basın özgürlüğü desem?
-Buna cevap versem bilmediğiniz ne söyleyebilirim. Bu söyleşiyi okuyanların bilmediği ne söyleyebilirim? Gözümüzün önünde olan durumlar işte.
Bunun adı hırsızlıktır. İnsanların emekleriyle kurdukları yayın organlarına devletin dört koldan düşmanlık uygulaması, gaz sıkarak insanları dışarı atması, genel yayın yönetmenlerin yaka paça içeri alınması…
Buna ne denir bilmiyorum. En çok kul hakkından bahseden, en çok Allah korkusundan bahseden insanlar göz göre göre kul hakkını da yiyorlar. Hırsızlıktan, yolsuzluktan, arsızlıktan bahsetmiyorum bile.
Ama sırf şu medya organlarına, orada çalışan binlerce, yüzlerce insanın başına gelen felaketlere ne denir başka? Düşünün, kayyumu atıyorsun oraya, ya da dört koldan cezaya boğuyorsun, insanlar işinden oluyor. Zaten kazandıkları bin beş yüz – iki bin lira para, bir sürü genç muhabir… Ve bu insanlar kira ödüyorlar, çocuk bakıyorlar. Üstelik başka bir yerde iş bulmaları mümkün değil. E insanların ekmeği ile oynuyorsun.
Bunun hırsızlıktan başka adı nedir? Hangi hukuk istersen oradan adını koyalım. İster İslami Hukuktan bakalım, ister Medeni Hukuktan bakalım, ister başkanlık olan ülkelerdeki hukuktan bakalım bunun adı hırsızlıktır, kul hakkıdır, ayıptır, günahtır. Ne dersen de!
"ÇALIŞTIĞIM HİÇBİR MEDYA KURUMUNDA BİR SATIR SANSÜR YEMEDİM"
-Taraf Gazetesi’nden diken.com.tr’ye geçiş hikâyenizden bahseder misiniz?
-Ben bu durumlarda her şeyi açık açık söyleyen bir adamım. TV programlarından kaç para kazandığımdan, nerede ne yaptığımdan, bunun hayatımdaki negatif etkilerini mümkün olduğunca kendime saklayarak rahatlıkla söylerim.
Bin tane derdimiz var lakin bu ülkede çocuklar ölürken kendi garabetimize yanacak durum yok.
Ben Kasım Seçimlerinden sonra, her birimiz gibi çok yorgundum. Zaten televizyonu da gasp ettikleri için TV programı gibi bir şansımız da yoktu.
Gerçekleştirmeyi düşündüğüm bir iki tane projem var. Bunları henüz açıklamıyorum, biraz olgunlaşsın öyle söyleyeceğim. Biraz onlara vakit ayırmak, biraz üçüncü kitabımı düşünmek için Taraf’tan bir mola rica ettim. Yılbaşından sonra bakarız diye.
Diken’den bir arkadaşım; gelsen burada yazsan gibi bir teklifte bulundu ve ufak da bir telif ücreti olacağından bahsetmişti.
(Hayat kurtaracak kadar büyük paralardan bahsetmiyoruz burada) Hem de birçok yazar meslektaşımız oradaydı, üstelik sitenin okunma oranları da iyi gidiyordu. İlk onlar teklif etti, ben de kabul ettim. Taraf’ta çalkantılı şeyler yaşadığımdan falan değil yani.
Üstelik Taraf'ta yazdığım sürece tek bir kelimeme bir kez sansür yemedim. Çalıştığım ya da programa konuk olduğum TV’lerden de bugüne kadar bir satır sansür görmüş insan değilim. Zaten beni takip edenler bilirler samimiyetimi. İşin arkasından dolaşmadım hiçbir zaman dolaşmayacağım da!
"MİLLETİN KARISINA KIZINA NE BAKIYORSUN?"
-Kadına şiddet, kadın cinayetleri... Neler söyleyeceksiniz?
-Günde üç-dört kadının öldürüldüğü, baskının bu kadar yoğun olduğu, tacizde tecavüzde dünyada çok üst sıralarda olduğumuz böylesi bir konuda bir erkek olarak konuşmaktan ziyade, dinlemek anlamak ve üzerime ne düşüyorsa yapmak için sürekli bir eğitim içerisindeyim.
Konuşmaktan ya da yüksek perdeden bir takım laflar etmekten çok çekindiğim bir konudur. Çünkü bu anlamda biz erkekler bitmeyecek bir öğrenme sürecindeyiz.
Ben bu konudaki bütün sıkıntıları paylaşmakla beraber; siyasete, egemen erkek dile, medyadaki erkek egemenliğine, bütün toplumdaki baskıya itiraz edilmesi gerektiğini düşünüyor ve bu yönde kalemimi kullanmaya çalışıyorum.
Gezi sürecinden önce başbakan bir şey söylemişti:
“Ben başbakanlıkta çalışma ofisinden bakıyorum, vapurdan bazı kızlar iniyor onların bazı kıyafetleri… Falan filan ama bak işte bir şey demiyorum…” gibi şeyler söylemişti bir röportajda.
Ve ben bir TV programına çıktığımda bir daha o kanala iki sene çıkamamamın sebebi olan şu sözleri söylemiştim;
“ Ne bakıyorsun milletin karısına kızına?” Bırak ona bir şey söylemeyi söylememeyi ne bakıyorsun? Bunu niye gündeme getiriyorsun? Ne gördün? Tayt mı etek mi gördün? O kıyafetler üzerinden onlara yüklediğin negatif anlam ne?
İlginç istatistiktir, korkunç bir tespitten bahsediyorum bugün Türkiye’deki kadınların derdi, kadınların öldürülme oranı, gördükleri baskı, tecavüz, taciz, şiddet görme oranına baktığımız zaman, Türkiye’de bizim büyük kırmızı çizgilerimiz olan konuların çok daha üstündedir. Ve normalleşmiştir.
Ben yine bu konularda yönetenlerin zihniyetinin ifşa edilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ortaya çıkan zihniyet de bu ülkede bu kadar çok kadın öldürülmesinin sebeplerini de biraz açıklayacaktır. Aynı zamanda işçi öldürülmesini de açıklıyor. İş cinayetlerini de açıklıyor.
Hızlı inşaat yapacaklar diye, Avrupa standartlarında bununla ilgili iş güvenliği müfredatları uygulamadığımız için günde iki üç işçi katlediliyor.
Gidiyorlar bir de sağ kalanlara tekme atıyorlar. Soma’da olduğu gibi… Dolayısıyla evet bütün bunlarda yönetici zihniyetin eleştirisini yapmak zorundayız.
Bu da nefretten falan değil. Kusura bakmasınlar, dikkat etsinler konuştuklarına…
"ÜÇÜNCÜ KİTAPTA HİKAYELER GELİYOR"
-Bundan sonra neler yapacaksınız? Üçüncü kitap var mı? Nerede göreceğiz sizi?
-İlk iki kitabımın geri dönüşlerinden çok memnunum. Hem satışları iyiydi, hem de medyada ciddi bir yankı buldu. İki kitabın yarattığı etkiden ve ulaştığı insan sayısından anlatmaya çalıştığım mücadelem adına çok memnunum.
Fakat üçüncü kitabımda gerçek hikâyelerden yola çıkarak, etrafında kurgular yaptığım bir hikâye avcılığı düşünüyorum. İlk defa hayatımda yazmayı bir kavga, bir mücadele, insanca yaşam için bir metot olmaktan çıkarıp, kurgulamaktan keyif aldığım, kalemi döndürmekten keyif aldığım bir halde buldum kendimi. Hayat izin verirse üçüncü kitapta bunun biraz tadını çıkarmak istiyorum.
Yine benim her zamanki üslubumla, daha basit anlatımlarla, daha duygusu yoğun meselelerle anlatacağım hikâyeler olacak.
Bir tane daha başka bir projem var. “Aaaa” diyeceğiniz bir proje olacak. O projem yine bütün bu meseleleri insanlara anlatma ihtiyacından doğan bir proje olacak.
"BU ÜLKEDE ADALET YOKSA KİMLİKLER KATİLLEŞİR"
-Size herkes bir şey diyor. Ermeni diyorlar, ajan, diyorlar, paralel diyorlar… Herkes bir şey diyor. Siz ne diyeceksiniz?
-Mesela benim için PKK’lı deniyor. Daha önceki dönemlerde, başörtüsü gibi parti kapatma gibi meselelerde çok net tavır aldığım için liberal AKP’li deniyor, Gezi’de ulusalcılarla iş tuttu deyip, Sözcü Gazetesini eleştirdim diye ulusalcı Kemalist gören bir kesim var, işte cemaatçi deniyor, Ermeni Diasporası ajanı deniyor, daha neler neler.
Türkiye’de bütün bu kimlikleri taşıyabilmek için Doğu Perinçek falan olmak lazım. Bu kadar zikzak bu kadar kısa zamanda pek mümkün değil. Oysa benim tavrım çok net. Benim bir tane düsturum var, başıma geldiğinden biliyorum devletin kime yaptığına değil ne yaptığına bakacaksın.
"HİÇBİR DEVLETİN ZULMÜNE KARŞI DEVLETTEN YANA OLMADIM"
Devletin yaptığının meşrulaştığı bir iklimde ben Ermeni kimliğimle kimseden su isteyemedim. Ben, atalarım, bu toprakların kadim halkları… Herkesin gözünde nefret objesi haline gelmiştim ve bir sinema filminde izlesen o tehcirde o çocukla o kadın kurtulsun istersin.
Ben Hiçbir devletin zulmüne karşı devletten yana düşmem. O günkü devlet başörtülü kızın kapıda saçından örtüsünü çekiyorsa, hayır kardeşim bu kötü bir şey diyeceğim, Zaman Gazetesi’ne girip Ekrem Dumanlı’yı yaka paça çıkarıyorsan bu da kötü diyeceğim…
Özgür Gündem’in bütün muhabirlerine içerde küfredip, işkence yapıp, Kürt illerinde çocuk vuruyorsan bu da kötü bir şey. Diğer tarafta oruç tutmadı diye, üzerinde Atatürk rozeti olan, saçı uzun kulağında küpe olan çocuğu dövüyorsan buna da kötü bir şey diyeceğim.
Çok zor bir denklem değil ki.
Bir yerden ‘ah’ sesi geliyorsa, o sesi duymaman için medya elinden geleni yapıyordur. Ama o ‘ah’ sesinin çıkmasının sebebi devletse, ne yaparsan yap devletin yanına düşme! Ne yaparsan yap biz bir şekilde beraber yaşayacağız.
Kürt de olacak Ermeni de olacak, Gülenciler de, AKP’liler de, MHP’liler de, Alevi de olacak, Sünni de… Ben hiçbir özelliğimle senin katiline benzememeliyim!
Çünkü bu ülkede adalet yoksa kimlikler katilleşir. Ben gerçekte ne olduğumu, kim olduğumu zaten söylüyorum. Beni bilen, takip eden, yazılarımı okuyan samimiyetimi bilir.
RÖPORTAJ: RABİA YAVUZ | FOTOĞRAF: HAYRİ M. TÜRE | KARSIGAZETE.COM.TR